Cumartesi, Kasım 19
türban
uzun zaman önce türban takanların bulduğu bir çözüm vardı. peruk. öğrenciler okula girerken peruk takıyorlar, böylece türban sorunu geçici ve yüzeysel bir şekilde çözülmüş oluyordu. bu yöntem gitgide yayıldı. şimdi resmi dairelerde pek çok türbanlı ya da peruklu kadın memur görüyoruz. bugün bilmem kaçıncı asliye ceza mahkemesi kaleminde gördüğüm gibi. o kadar kötü duruyor ki o peruklar. üç kuruş maaşla çalışan insanlar en ucuzundan bi peruk alıp takıveriyorlar kafalarına. öyle emanet, öyle rahatsız edici bi görüntü oluşuyor ki bu durumda, inanamazsınız. şekle girmez, düzeltsen düzelmez, toplasan toplanmaz suni saçlar. türban kadının kendine yaptığı en büyük hakarettir bence. lakin gelin görün ki türban takmak yasak olduğu için peruk takan kadın çok daha aciz görünüyor. bir kadına yapılabilecek en büyük hakaret de bu olsa gerek. inanç gereği mi, siyasi simge mi, artık umurumda değil doğrusu. bu saçma görüntüyle o kadar sık karşılaşır oldum ki, bırakın, eğer tercih türban takmaksa, taksınlar. hiçbir kadın bu derece aşağılanmayı hak etmiyor. türban değilse bile baş örtüsü bireyin inancı gereği, özgür(inaçlarından arta kalan özgürlükten bahsediyorum) iradesi ile tercih ettiği bir şeyse, bırakın kullansınlar.
içimi dökmüyorum içim dökülüyor..
dönüp dolaşıp aynı soruları sormaktır, içini dökmek..
insan, hiç sahip olmadıklarını özleyebilir mi? onlar hiç senin olmadıysa, hiç tatmadıysan, neyini özlüyorsun? demezler mi?!
doktor, tutup yüzünü yüzüme çevirdiklerim bile görmüyor beni. bağırdıklarım duymuyor sesimi.
doktor, 21 yüzyılda bulunmamış mıdır hala kederin ilacı? hiç kelimesini tedavülden kaldırmalı mı doktor? bu mudur çaresizliğimin sebebi?
uyut beni doktor, benim yapamadığımı yap ve sonsuz uykuya yatır beni..
insan, hiç sahip olmadıklarını özleyebilir mi? onlar hiç senin olmadıysa, hiç tatmadıysan, neyini özlüyorsun? demezler mi?!
doktor, tutup yüzünü yüzüme çevirdiklerim bile görmüyor beni. bağırdıklarım duymuyor sesimi.
doktor, 21 yüzyılda bulunmamış mıdır hala kederin ilacı? hiç kelimesini tedavülden kaldırmalı mı doktor? bu mudur çaresizliğimin sebebi?
uyut beni doktor, benim yapamadığımı yap ve sonsuz uykuya yatır beni..
elveda sonrası atılan adımlar
bir an unutursun az önce neler olduğunu. hızlı hızlı yürürsün, herkes gibi. sanki bi işin varmış gibi, bi yere yetişecekmiş gibi. sonra bi sıkıntı çöker içine, nefes almaya çalışırsın, verirken tıkanırsın. en fazla 1-2 saniye bi şaşkınlık yaşarsın, neden böyleyim diye. sonra vedalar gelir aklına, olduğun yerde kalırsın, sonraki adımlar seni yetişeceğin yere yaklaştıracağına, gideceğin her yere geç kalmana sebep olur, ve bu elveda derinse, bundan sonra her yere geç kalırsın. bir şeye ya da birine elveda demişsen, ondan sonra gideceğin hiçbir yerin anlamı olmayacaktır çünkü.
... ve kadın gider.
hikayeyi bitiren değil, başlatan cümledir. ve kadın gitmez, vazgeçer.. bir erkekten başka bir erkeğe giden kadın eksilir. parçalanır, döke saça parçalarını gider. sığınamaz ama saklanır çıplak vücutlara.. kadın, kaybettiği zaman değil, kaybedildiği zaman vazgeçer.. en kötüsü kadının vazgeçmesidir.. bir kadın bir kere vazgeçerse hep vazgeçer. bir erkeğin öldürdüğünü başka bir erkek canlandıramaz.. yapabileceği en iyi şey üzerine toprak atmaktır kadının...
iyi olan ne varsa silinir hafızamdan ama kötüyü saklarım ben inadına
bunu söyleyen insan bilir ki iyilik güzellik geçicidir, kötülük kalıcı.
mutluluk ne kadar uçucu bir duyguysa keder ve acı o kadar gerçek ve hissedilirdir.
ayağımızı kapıya, dirseğimizi masaya çarptığımızda hissettiğimiz anlık ama şiddetli acıdan kat kat daha büyüktür üzüntülerimiz.
insanların kötülük yapmak için sebebe ihtiyacı yoktur ama iyilik sebebe bağlıdır. din size iyi olmayı söyler, ideolojiniz size iyi olmanızı söyler, anneniz babanız iyi insan olur derler. iyilik öğütlenmeye muhtaçtır. oysa kötülük kendiliğinden gelir. kimse söylemese de içinizde vardır. evet insan doğasında ve özünde kötü bir canlıdır. zarar vermekten haz duyar bu lanet yaratık. burada yaradana şükredebilirsiniz yarattığından ötürü!
bundandır ki iyilik yapaydır, iyilikten duyulan mutluluk da geçicidir. siz hiç en mutlu olduğunuz anları düşündüğünüzde aynı şiddetle güldüğünüzü hatırlıyor musunuz? içiniz o zamanki gibi kıpır kıpır oluyor mu? olsa olsa dudak kenarında ufak bir tebessüm olur, o kadar... oysa en berbat anınızı yıllar sonra bile anımsasanız, o hüznü, o kederi, o acıyı aynı şiddetle hissedersiniz. hatta artar bile acınız zamanla, çünkü "neden?" diye sormayı bırakamamışsınızdır.
iyilik ve mutluluk sahtedir, aslolan acılardır ve saklanır zihnimizde, kalbimizde, içimizde bir yerlerde, bazen bile isteye bazen biz kaçmak istedikçe inadına...
mutluluk ne kadar uçucu bir duyguysa keder ve acı o kadar gerçek ve hissedilirdir.
ayağımızı kapıya, dirseğimizi masaya çarptığımızda hissettiğimiz anlık ama şiddetli acıdan kat kat daha büyüktür üzüntülerimiz.
insanların kötülük yapmak için sebebe ihtiyacı yoktur ama iyilik sebebe bağlıdır. din size iyi olmayı söyler, ideolojiniz size iyi olmanızı söyler, anneniz babanız iyi insan olur derler. iyilik öğütlenmeye muhtaçtır. oysa kötülük kendiliğinden gelir. kimse söylemese de içinizde vardır. evet insan doğasında ve özünde kötü bir canlıdır. zarar vermekten haz duyar bu lanet yaratık. burada yaradana şükredebilirsiniz yarattığından ötürü!
bundandır ki iyilik yapaydır, iyilikten duyulan mutluluk da geçicidir. siz hiç en mutlu olduğunuz anları düşündüğünüzde aynı şiddetle güldüğünüzü hatırlıyor musunuz? içiniz o zamanki gibi kıpır kıpır oluyor mu? olsa olsa dudak kenarında ufak bir tebessüm olur, o kadar... oysa en berbat anınızı yıllar sonra bile anımsasanız, o hüznü, o kederi, o acıyı aynı şiddetle hissedersiniz. hatta artar bile acınız zamanla, çünkü "neden?" diye sormayı bırakamamışsınızdır.
iyilik ve mutluluk sahtedir, aslolan acılardır ve saklanır zihnimizde, kalbimizde, içimizde bir yerlerde, bazen bile isteye bazen biz kaçmak istedikçe inadına...
inanmadığın bir şeyi söylemek yalan söylemekten kötüdür.
hayır, insanın kendini kandırmasından bahsetmiyorum. birine inanmadığınız bir şeyi söylemekten bahsediyorum. ne fark var demeyin, biraz düşününce anlayacaksınız. gelin yine de örnekleyelim.
mesela bir erkek var diyelim, bir hatunla takılmak istiyor, hani arada sevişiriz falan maksadıyla. şimdi tutup o kadına sen şöyle güzelsin, böyle zekisin şeklinde kur yapar. ahaaha keşke kur yapmak olsa bunlar. kur yapmaktan bile sayılmaz ya, neyse.
bakın bu adam kendini kandırmadı, ama inanmadığı bir şey söyledi. amaca giden yolda her şey mubah değildir, amaç ne kadar kutsal olursa olsun. kutsal dediğimiz nedir ki hem! erkekten yola çıktıysak, bir kadın bunu yapacak koşullara sahip olmadığındandır çoğu zaman, pek tabi inanmadığı şeyleri söyleyen kadınlar yok mudur, vardır. karşı cinse de hemcinslerine de yapar bunu insanlar.
konuya gelelim; insanlar bunu çok sık yapıyor, ben de yapıyorumdur belki, kim bilir. o kadar çok söylüyoruz ki birbirimize inanmadığımız şeyleri! oysa kimse aptal değil, pekala anlıyordur karşımızdaki neyin ne olduğunu. yalan söylemek, zor zamanların kurtarıcısı ise, kabul edilebilir. pek çok insan tolere edebilir yalanları. bunun içindir ki beyaz yalan diye bir şey uydurmuşuzdur. ama gel gör ki inanmadığın bir şeyi söylemek fenadır, beterdir. karşındakinin canını yakar, onu üzer, kırar...
biraz daha cesur olmak her zaman en iyisi değil midir?
mesela bir erkek var diyelim, bir hatunla takılmak istiyor, hani arada sevişiriz falan maksadıyla. şimdi tutup o kadına sen şöyle güzelsin, böyle zekisin şeklinde kur yapar. ahaaha keşke kur yapmak olsa bunlar. kur yapmaktan bile sayılmaz ya, neyse.
bakın bu adam kendini kandırmadı, ama inanmadığı bir şey söyledi. amaca giden yolda her şey mubah değildir, amaç ne kadar kutsal olursa olsun. kutsal dediğimiz nedir ki hem! erkekten yola çıktıysak, bir kadın bunu yapacak koşullara sahip olmadığındandır çoğu zaman, pek tabi inanmadığı şeyleri söyleyen kadınlar yok mudur, vardır. karşı cinse de hemcinslerine de yapar bunu insanlar.
konuya gelelim; insanlar bunu çok sık yapıyor, ben de yapıyorumdur belki, kim bilir. o kadar çok söylüyoruz ki birbirimize inanmadığımız şeyleri! oysa kimse aptal değil, pekala anlıyordur karşımızdaki neyin ne olduğunu. yalan söylemek, zor zamanların kurtarıcısı ise, kabul edilebilir. pek çok insan tolere edebilir yalanları. bunun içindir ki beyaz yalan diye bir şey uydurmuşuzdur. ama gel gör ki inanmadığın bir şeyi söylemek fenadır, beterdir. karşındakinin canını yakar, onu üzer, kırar...
biraz daha cesur olmak her zaman en iyisi değil midir?
sürgün olmak mı mahpus olmak mı?
ne zalim bi karşılaştırma değil mi...
karşınızda iki seçeneğiniz olsa, ya kalıp yıllarca tecrit koşullarında cezaevinde "cezanızı" çekeceksiniz, ya da gidip başka bir ülkede iltica talep edeceksiniz.
her seçiş bir kaybediştir diye bir klişe var ya, seçtiğini kazanırsın da diğerini kaybedersin sözde. işte sürgün olmakla mahpus olmak arasında seçim yaptığınızda neyi seçerseniz seçin kaybetmiş olursunuz.
bir de bekleyenler vardır sizi. onlar için de seçim yapmak kolay değildir. cezaevine girseniz ziyaretinize gelir, temiz çamaşır getirir, yüzünüzü görür sesinizi duyarlar hiç olmazsa... oysa sürgün olmanız halinde bir daha ne zaman görürler yüzünüzdeki tebessümü belli değildir. kal, cezanı çek diyemezler. yıllarca mücadele ettiğin o saçma yasalar çerçevesinde esir ol ve cezanı çek demek kadar saçma bir şey yoktur.
mülteci olmak mı zordur, tutsak olmak mı? gidene ayrı eziyet, kalana ağır bir cezadır bu sorunun cevabı. velhasıl, elimizde tek kalan özlemektir.
hiç özlemedim seni
özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni
karşınızda iki seçeneğiniz olsa, ya kalıp yıllarca tecrit koşullarında cezaevinde "cezanızı" çekeceksiniz, ya da gidip başka bir ülkede iltica talep edeceksiniz.
her seçiş bir kaybediştir diye bir klişe var ya, seçtiğini kazanırsın da diğerini kaybedersin sözde. işte sürgün olmakla mahpus olmak arasında seçim yaptığınızda neyi seçerseniz seçin kaybetmiş olursunuz.
bir de bekleyenler vardır sizi. onlar için de seçim yapmak kolay değildir. cezaevine girseniz ziyaretinize gelir, temiz çamaşır getirir, yüzünüzü görür sesinizi duyarlar hiç olmazsa... oysa sürgün olmanız halinde bir daha ne zaman görürler yüzünüzdeki tebessümü belli değildir. kal, cezanı çek diyemezler. yıllarca mücadele ettiğin o saçma yasalar çerçevesinde esir ol ve cezanı çek demek kadar saçma bir şey yoktur.
mülteci olmak mı zordur, tutsak olmak mı? gidene ayrı eziyet, kalana ağır bir cezadır bu sorunun cevabı. velhasıl, elimizde tek kalan özlemektir.
hiç özlemedim seni
özlemek dostluktandır
dostluğundan öte bulmalıyım seni
erkeklerden korunmak için başka bir erkeğin gölgesine saklanmak
pek çok kadının yaptığı şeydir bu. yeterince bilinçlenemediğimizin de göstergesidir.
özellikle çalışan kadınlar işyerinde ya da işleri sebebiyle girmek zorunda kaldıkları ortamlarda yüzük parmaklarına imitasyon bir tek taş takarlar ki kimse yavşamasın. mesela takip memurluğu diye bir şey var, hukuk bürosunun adliyedeki işlerini takip eder takip memurları. avukata gerek olmayan hallerde bu arkadaşlar yaparlar işleri. işleri gereği de adliyelerde, tapu müdürlüğü gibi resmi kurumlarda sık sık bulunurlar ve haliyle tacize uğrarlar. özellikle toplumda kadınların devlet dairelerinde işlerini daha çabuk ve daha kolay yaptırabildiklerine dair bir yargı vardır. cazibelerini kullanırlar ya hani, o mesele.
işte bu kadınlar, cazibelerini kullanırlar mı bilemem ama, takarlar o tek taşı parmaklarına, ben evliyim, benim birsahibim var mesajı verirler. e toplum da feodal olunca, başka bir erkeğin malına göz koymak da erkekliğe yakışmayınca, haliyle tacize uğramadan hallederler işlerini.
sonuç ve istem: 1- kadınlar cazibelerini kullanarak iş bitirmezler. yapan varsa da kendi eksikliğidir.
2- yüzük takarak ben evliyim, nişanlıyım imajı vermek, kendine güvensizliğin işaretidir.
3- mobbing denilen şey her yerde karşımıza çıkar.
4- erkekleri siktir et de lafım kadınlara; yapmayın. biz de bu toplumun bir parçasıyız ve erkeklere ihtiyaç duymadan pekala yaşayabiliriz, çalışabiliriz.
5- illa birinin korumasına ihtiyaç duyuyorsanız, bu kişi kendiniz olsun.
özellikle çalışan kadınlar işyerinde ya da işleri sebebiyle girmek zorunda kaldıkları ortamlarda yüzük parmaklarına imitasyon bir tek taş takarlar ki kimse yavşamasın. mesela takip memurluğu diye bir şey var, hukuk bürosunun adliyedeki işlerini takip eder takip memurları. avukata gerek olmayan hallerde bu arkadaşlar yaparlar işleri. işleri gereği de adliyelerde, tapu müdürlüğü gibi resmi kurumlarda sık sık bulunurlar ve haliyle tacize uğrarlar. özellikle toplumda kadınların devlet dairelerinde işlerini daha çabuk ve daha kolay yaptırabildiklerine dair bir yargı vardır. cazibelerini kullanırlar ya hani, o mesele.
işte bu kadınlar, cazibelerini kullanırlar mı bilemem ama, takarlar o tek taşı parmaklarına, ben evliyim, benim birsahibim var mesajı verirler. e toplum da feodal olunca, başka bir erkeğin malına göz koymak da erkekliğe yakışmayınca, haliyle tacize uğramadan hallederler işlerini.
sonuç ve istem: 1- kadınlar cazibelerini kullanarak iş bitirmezler. yapan varsa da kendi eksikliğidir.
2- yüzük takarak ben evliyim, nişanlıyım imajı vermek, kendine güvensizliğin işaretidir.
3- mobbing denilen şey her yerde karşımıza çıkar.
4- erkekleri siktir et de lafım kadınlara; yapmayın. biz de bu toplumun bir parçasıyız ve erkeklere ihtiyaç duymadan pekala yaşayabiliriz, çalışabiliriz.
5- illa birinin korumasına ihtiyaç duyuyorsanız, bu kişi kendiniz olsun.
Cuma, Kasım 18
özlenmiş mutluluk
sürdürülebilir kalkınma lafı bana hep saçma gelmiştir. şimdi onun yerine özlenmiş mutluluk demeyi tercih ediyorum. sürdürülebilir kalkınma özlenmiş mutluluklar yaratır.
ne kadar kalkınsak o kadar özlemeyecek miyiz aşağıda bıraktıklarımızı? mesela ben, alışılmış hareketlerle yaşamaktan çok sıkıldım. müvekkil görüşmesi için cezaevine gitmek o kadar basit değil oysa. lakin kime anlatacaksın? aşağıda kalmadı mı mahpus olmanın efkarı, biz kalkınma peşinde koşarken? ayağımızın altında çiğnemedik mi değer vermeyi, seksi kutsarken? gözümüzü kapatıp meydanlara çıkarken 'senin için ey halkım' demeyi unutalı ne kadar oldu? peki ya o gözünü karartmak ne zaman gözünü kapatmak oldu?!
şimdi her şeyin anlamsız olduğunu kabul etmişken, saçmalamalarımıza anlam uydurma çabasındayız, farkında mısınız? insan zekasına en çok aptallıklarını kabul edilebilir kılma yeteneğinden ötürü hayranım ben, biliyor musunuz?
minareyi çalan kılıfını hazırlar sözü derin anlamlar içeriyor bence. basit bir yalan tanımı değil bu. yani diyor ki insan aslında kabullenemeyeceği şeyler yapar ama bunu öyle bir kılıfa büründürür ki sen bile anlayışla karşılarsın. yıllardır bunu yapıyoruz, bunu yapanlar öğretti bize böyle davranmayı ve doğalmış gibi kabulleniverdik biz de, sormadan.
anlamlandırmak saçma diyorum bazen işte ben de. sonra dönüp diyorum ki neden saçma olsun. bazen asla kabullenemeyeceğim şeyleri yaşadığımda ya da yaptığımda mesela, onlara öyle güzel anlamlar yüklüyorum ki kendime şaşıyorum.
insan kendine samimiyetsiz olur mu? biz öyleyiz. korkmadan bakın kendinize, göreceksiniz. bazen o kadar zorlanıyorum ki samimi anlamlar bulabilmek için yaptıklarımda, söylediklerimde. işte o zaman çok yoruluyorum. yaşlanıyorum. yüzyıl yaşamak gerekiyor o anlamı algılayabilmek için çünkü. yüzyıl birden yaşlanıyorum ben de anlamlarla uğraşırken. kendimin celladı oldum, anlam ararken. en çok kendime acımasızım. en çok kendime sabırsız. hem neden saçma olsun ki anlam aramak? yaşamaya anlam yüklemek. yo öldükten sonra nasıl hatırlanacağım kaygısı değil bu, yanlış anlamayın. yaşamamın anlamı olmazsa ölemeyeceğimin farkındayım, onun korkusu bu. arkanda bırakacak bir şeyin yoksa daha kolay gidersin gibi geliyor değil mi? sıradan bakarsan öyle. basit yani. ama aslında ne kadar anlamlıysa yaşamın, o kadar severek gidersin. yaşamayı gerektiği yerde bırakabilirsin.
neyse konu ölüm değil, ölümden beter özlenmiş mutluluk. anlam ararken, anlam arama telaşıyla yaşlanırken, en çok mutluluk özleniyor ve biliyor musunuz, sürdürülebilir kalkınma kadar anlamsız başka bir şey daha yok.
ne kadar kalkınsak o kadar özlemeyecek miyiz aşağıda bıraktıklarımızı? mesela ben, alışılmış hareketlerle yaşamaktan çok sıkıldım. müvekkil görüşmesi için cezaevine gitmek o kadar basit değil oysa. lakin kime anlatacaksın? aşağıda kalmadı mı mahpus olmanın efkarı, biz kalkınma peşinde koşarken? ayağımızın altında çiğnemedik mi değer vermeyi, seksi kutsarken? gözümüzü kapatıp meydanlara çıkarken 'senin için ey halkım' demeyi unutalı ne kadar oldu? peki ya o gözünü karartmak ne zaman gözünü kapatmak oldu?!
şimdi her şeyin anlamsız olduğunu kabul etmişken, saçmalamalarımıza anlam uydurma çabasındayız, farkında mısınız? insan zekasına en çok aptallıklarını kabul edilebilir kılma yeteneğinden ötürü hayranım ben, biliyor musunuz?
minareyi çalan kılıfını hazırlar sözü derin anlamlar içeriyor bence. basit bir yalan tanımı değil bu. yani diyor ki insan aslında kabullenemeyeceği şeyler yapar ama bunu öyle bir kılıfa büründürür ki sen bile anlayışla karşılarsın. yıllardır bunu yapıyoruz, bunu yapanlar öğretti bize böyle davranmayı ve doğalmış gibi kabulleniverdik biz de, sormadan.
anlamlandırmak saçma diyorum bazen işte ben de. sonra dönüp diyorum ki neden saçma olsun. bazen asla kabullenemeyeceğim şeyleri yaşadığımda ya da yaptığımda mesela, onlara öyle güzel anlamlar yüklüyorum ki kendime şaşıyorum.
insan kendine samimiyetsiz olur mu? biz öyleyiz. korkmadan bakın kendinize, göreceksiniz. bazen o kadar zorlanıyorum ki samimi anlamlar bulabilmek için yaptıklarımda, söylediklerimde. işte o zaman çok yoruluyorum. yaşlanıyorum. yüzyıl yaşamak gerekiyor o anlamı algılayabilmek için çünkü. yüzyıl birden yaşlanıyorum ben de anlamlarla uğraşırken. kendimin celladı oldum, anlam ararken. en çok kendime acımasızım. en çok kendime sabırsız. hem neden saçma olsun ki anlam aramak? yaşamaya anlam yüklemek. yo öldükten sonra nasıl hatırlanacağım kaygısı değil bu, yanlış anlamayın. yaşamamın anlamı olmazsa ölemeyeceğimin farkındayım, onun korkusu bu. arkanda bırakacak bir şeyin yoksa daha kolay gidersin gibi geliyor değil mi? sıradan bakarsan öyle. basit yani. ama aslında ne kadar anlamlıysa yaşamın, o kadar severek gidersin. yaşamayı gerektiği yerde bırakabilirsin.
neyse konu ölüm değil, ölümden beter özlenmiş mutluluk. anlam ararken, anlam arama telaşıyla yaşlanırken, en çok mutluluk özleniyor ve biliyor musunuz, sürdürülebilir kalkınma kadar anlamsız başka bir şey daha yok.
Cumartesi, Kasım 12
hesap sormak!
yok ben anlamıyorum, anlamayacağım da. yahu Van'da deprem oluyor, senin bakanların, yetkililerin ıvırın zıvırın gidiyor. göstermelik açıklamalar yapıyor, hükümet olarak -pardon devlet olarak- buradayız işte görüntüsü veriliyor. halkın ve belediyenin topladığı yardımlar iç ediliyor. kızılay elindeki çadırları dağıtmıyor, uluslararası yardımlar kabul edilmiyor. kendi potansiyelimizi görmek istedik diye açıklanıyor bunun sebebi. işte ne bileyim, depremzedelere gaz bombalarıyla, jopla, biber gazıyla müdahale ediliyor. sonra o insanlar provokatör oluyor. yetmiyor artçı depremde oturulabilir raporu verilen otel çöküyor, yardıma gelen bir japon vatandaşı enkaz altında kalıp ölüyor. iki değerli basın emekçisi hayatını kaybediyor. sen yine çıkıp ve bir kez daha utanmadan diyorsun ki; oturulabilir raporu verenlerden hesap soracağız. ya iktidar olma, hükümet olma, devlet olma görevini iyi yapacaksın ya da hesap sorma işini bize bırakacaksın. hem onlarca insanın ölümüne sebep olacaksın, hem de çıkıp hesap soracağız diyeceksin. e sorumlusu sensin. kimden nasıl hesap soracaksın acaba? hem muhalefetsin hem iktidar, hem devrimcisin hem oportünist, hem gerillasın hem kontrgerilla. her şeyi ne de güzel karıştırıyorsun, kafaları da tabi. sen vermedin mi o binaya oturulabilir raporunu. ha senin memurun ha sen. senin yapman gereken çıkıp da yapanlardan hesap soracağız demek değil. zaten sorman gerekiyor, aslına bakarsan işleri bu noktaya getirmemen gerekiyor. çık insan gibi özür dile, haddini aşan bakanların istifa etsinler, işini doğru düzgün yapmayanı görevden al, yargı sürecini başlat sonra da çık de ki ben halkım, halk olarak hesabını sorduk. ama bi zahmet bunları makul sürelerde yap.
kimse senden hesap sormanı istemiyor. sol sosyalist tarzda muhalefet yapıyormuş edasıyla, sloganlarla konuşan provokatör bir başbakanımız mı var ne?
herkes işini yapsın, sen de sorumluluk almayı öğren.
kimse senden hesap sormanı istemiyor. sol sosyalist tarzda muhalefet yapıyormuş edasıyla, sloganlarla konuşan provokatör bir başbakanımız mı var ne?
herkes işini yapsın, sen de sorumluluk almayı öğren.
Cuma, Kasım 11
intihar edemeyenlere tavsiyeler
önkabul: intihar etmek cesaretten ve acizlikten öte bir karar meselesidir. gel gör ki ne olursa olsun yaşama içgüdüsü ve insanın fiziksel etkilere verdiği refleksleri düşününce silahı şakağa dayamak imkansız hale geliyor, gelir.
yeterince sorguladıktan sonra intihar etmeye karar verdiyseniz, yapmanız gereken bunu başarmak olmalı. eğer tüm o kararlara rağmen hala ölümden korkuyorsanız ve narkoz almadan diş çektirebilecek kadar acıya dayanıklı olmanıza rağmen canınız yanmasın istiyorsanız... yapacak tek şey kalıyor, görünmez olmak. ölü bir yaşayan olmak. yokmuş gibi davranmak. siluet halinde dolaşmak ortalarda. lüzumsuz selamlar verin uzaktan tanıdıklarınıza. insanların sizden beklenti ve isteklerini en aza indirgeyip, o kadarını verin onlara. siz zaten ölümde karar kıldığınız için, hayattan da insanlardan da beklentiniz ve istekleriniz olmadığından, her şey çok daha kolay olacak. emin olun.
sonra arada yeryüzünde tek başınızaymış gibi çıkın dolaşın boş boş sokaklarda. görmeyin, duymayın. burayı yaşanmaz hale getiren insanlarsa, yoklarmış gibi davranın. ama siz de insansınız, unutmayın, kendinize de öyle davranmalısınız.
işte zor kısım; insan olup, insana inanmak, insanı tanrının mucizesi gibi görmek değil de dünyayı insanın mucizesi gibi görmek, sevmek yaşam felsefenizken, insansız yaşamaya karar vermek tüm fiziksel acılardan daha büyük, daha katlanılmazdır.
nihayetinde yollar dönüp dolaşıp, fiziksel varlığı da ortadan kaldırmaya çıkar. çünkü ne yaparsan yap, fiziksel varlığın ortadan kalkmadan, düşünmekten vazgeçmek mümkün değildir.
hadi bakalım, çık işin içinden! nasıl becereceksin, merak ediyorum.
yeterince sorguladıktan sonra intihar etmeye karar verdiyseniz, yapmanız gereken bunu başarmak olmalı. eğer tüm o kararlara rağmen hala ölümden korkuyorsanız ve narkoz almadan diş çektirebilecek kadar acıya dayanıklı olmanıza rağmen canınız yanmasın istiyorsanız... yapacak tek şey kalıyor, görünmez olmak. ölü bir yaşayan olmak. yokmuş gibi davranmak. siluet halinde dolaşmak ortalarda. lüzumsuz selamlar verin uzaktan tanıdıklarınıza. insanların sizden beklenti ve isteklerini en aza indirgeyip, o kadarını verin onlara. siz zaten ölümde karar kıldığınız için, hayattan da insanlardan da beklentiniz ve istekleriniz olmadığından, her şey çok daha kolay olacak. emin olun.
sonra arada yeryüzünde tek başınızaymış gibi çıkın dolaşın boş boş sokaklarda. görmeyin, duymayın. burayı yaşanmaz hale getiren insanlarsa, yoklarmış gibi davranın. ama siz de insansınız, unutmayın, kendinize de öyle davranmalısınız.
işte zor kısım; insan olup, insana inanmak, insanı tanrının mucizesi gibi görmek değil de dünyayı insanın mucizesi gibi görmek, sevmek yaşam felsefenizken, insansız yaşamaya karar vermek tüm fiziksel acılardan daha büyük, daha katlanılmazdır.
nihayetinde yollar dönüp dolaşıp, fiziksel varlığı da ortadan kaldırmaya çıkar. çünkü ne yaparsan yap, fiziksel varlığın ortadan kalkmadan, düşünmekten vazgeçmek mümkün değildir.
hadi bakalım, çık işin içinden! nasıl becereceksin, merak ediyorum.
burası
bilmiyorsun, iyi değilim ben, hiç iyi değilim. içimden trenler geçiyor, insanlar geçiyor, zamansa dışımda benim, akıp gidiyor. sen kalıyorsun. senin zamanın yok, trenlere sığmıyorsun, insanlara benzemiyorsun, öyle sıradan değilsin. herkes gidiyor, sen kalıyorsun.
ellerim kokmuyor, senin gibi kokardı eskiden..
buralarda bir yerlerde hayalin olmalıydı, bulamıyorum. kim yasakladı seni bana! tanrı mı? hayat mı? zaman mı?
her gün görmek seni, duymak sesini her gün.,ama kokun yok, ılık bir esintiye armağan olmuş, gidivermiş. ellerime, yüzüme, dudaklarıma sinen kokun yok, sen varsın, kokun yok! kokun yokken varlığının anlamı yok!
nefes almayı bıraktım, kokun dolmayacaksa içime..
dudaklarım çatlamış, yara bere içinde, kan kırmızı. dudaklarım dudaklarınla buluşmayalı.
olduğum yerde kalakaldım. ne bir adımlık ne bir saniyelik yol alabildim. ama bıraktığın yerde de değilim. ne demiştik başlarken, "kaybolmak, kaybetmekten kötüdür; beni kaybetme."
elinin ucunda hatta avucunun içindeyim, gözünün gördüğü her yerdeyim. gel gör ki sen beni kaybettiğinden beri, ben kendimi bulamıyorum.
küstüm desem değil, dünyaya küsebilecek kadar büyük değil yüreğim. sadece seni içime alabilecek kadar bedenim. ruhun kadar avuçlarım.
"hadi gel!" desem olmaz; gelsen hiç olmaz.
içimi dökmüyorum, içim dökülüyor pul pul.
daha beteri, yere düşenleri toplayınca daha derli toplu olmuyor hayat.
susuyorum, nefesini içime çekerek
kim oldun, hangi zamana saklandın?
her gece içimdeki bu sarsıntı yeryüzünü titretirken, sen hangi göğün mavisindesin?
"haberim var." de!
"haberim var halinden, gözlerimde yankılanıyor acıların, haberim var" de! yeter bana, gelmesen de olur..
ellerim kokmuyor, senin gibi kokardı eskiden..
buralarda bir yerlerde hayalin olmalıydı, bulamıyorum. kim yasakladı seni bana! tanrı mı? hayat mı? zaman mı?
her gün görmek seni, duymak sesini her gün.,ama kokun yok, ılık bir esintiye armağan olmuş, gidivermiş. ellerime, yüzüme, dudaklarıma sinen kokun yok, sen varsın, kokun yok! kokun yokken varlığının anlamı yok!
nefes almayı bıraktım, kokun dolmayacaksa içime..
dudaklarım çatlamış, yara bere içinde, kan kırmızı. dudaklarım dudaklarınla buluşmayalı.
olduğum yerde kalakaldım. ne bir adımlık ne bir saniyelik yol alabildim. ama bıraktığın yerde de değilim. ne demiştik başlarken, "kaybolmak, kaybetmekten kötüdür; beni kaybetme."
elinin ucunda hatta avucunun içindeyim, gözünün gördüğü her yerdeyim. gel gör ki sen beni kaybettiğinden beri, ben kendimi bulamıyorum.
küstüm desem değil, dünyaya küsebilecek kadar büyük değil yüreğim. sadece seni içime alabilecek kadar bedenim. ruhun kadar avuçlarım.
"hadi gel!" desem olmaz; gelsen hiç olmaz.
içimi dökmüyorum, içim dökülüyor pul pul.
daha beteri, yere düşenleri toplayınca daha derli toplu olmuyor hayat.
susuyorum, nefesini içime çekerek
kim oldun, hangi zamana saklandın?
her gece içimdeki bu sarsıntı yeryüzünü titretirken, sen hangi göğün mavisindesin?
"haberim var." de!
"haberim var halinden, gözlerimde yankılanıyor acıların, haberim var" de! yeter bana, gelmesen de olur..
cezaevinde bayram görüşmesi
cezaevinin kederine yazılmış olsa gerek dediğim şarkı olur kendileri. şarkısı varmış bu hüzünlü görüşmelerin, bilmezdim, öğrendim.
ben miyim fotoğraftaki kız çocuğu?
ben size gerçek bir "cezaevi bayramı" anlatayım öyleyse...
beş yaşındaydım, belki dört... seksen darbesi mahkumu bir akrabamız vardı. idamlık... sıranın kendisine gelmesine birkaç kişi kala fiilen idamlar durunca hayat kendini bağışlamıştı ona...
onu ziyarete gittik, lanet bir cezaevine...
lakin o değildi yalnızca ziyaret ettiğimiz. yıllarını cezaevinde geçirmiş, ve daha yıllarca orada kalacak olan herkesin ziyaretçisiydik, hepsi bizim yolumuzu gözlüyordu. herkes herkesin akrabasıydı orada...
hayatımda gördüğüm "en güzel" ablalar, abiler oradaydı.
anlamıyordum cezaevinin ne demek olduğunu, ama korkuyordum için için, bilmemenin verdiği bir korku değildi bu. soğuktu cezaevi belki onun için, belki kederliydi tüm bakışlar, ondan... korkuyordum...
hepsinin kucağında oturdum, beni bırakıp, henüz birkaç aylık kardeşimi alıyorlardı kucaklarına... bir o, bir ben, dolaşıyorduk kucaklarda...
boncuktan kuş ile orada tanıştım, ahmet kaya'dan önce...
samsun sigarasının eski paketlerini hatırlayan var mı bilmem, üzerinde tütün yaprağı vardır. o yapraklardan tablolar yaparlarmış, mahkumlar... cezaevinde ağaç olmadığını bilmezdim... çok sonraları, büyüdün dediklerinde yani, anladım o tablolar neden sigara paketlerinden evriliyormuş gerçeğe... yokmuş yaprağın kendisi cezaevinde...
samsun paketi topladım o günden sonra sokaklarda, oyunlar oynarken yaşıtlarım, ben cezaevi biriktiriyordum ceplerimde...
mutluluk çıkarırlarmış kendilerine, sigara paketinden, minicik boncuklardan, öğrendim...
sonra...
sonra herkes gibi çıkamadık oradan.
sevdiklerimize sarılıp, vedalaşıp, biraz kederli, biraz mutlu, özlemi bir süreliğine bastırabilecek olmanın hafifliğiyle, çıkamadık...
nasıl çıkabilirdik ki!
siyasi tutukluların ziyaretçileri değil miydik!
asker durdurdu bizi kapıda, çocuktuk, bebek hatta! ama dur dedi asker, durduk işte!
kardeşim babamın kucağında... babam, heybetli bedeninden uzanan ve boşta kalan sıcacık eliyle de ufacık parmaklarımı sıkıyor bir yandan.
sonra anlamadım ama korktum yeniden. haklıymışım, üzermiş, yaralar, parçalar, darmadağın edermiş cezaevleri.
jop denilen meretle de orada tanıştık kardeşimle, vakitsizce...
bir el silah sesi duydum, ama kan görmedim... havaya ateş açmak buymuş demek.
eve babam, amcalarım, ve ihtiyar dedem olmadan döndük. annemi gördüm, ama ağlamadım. şaşkın mıydım, hatırlamıyorum. hatırlıyorum, öfkeliydim.
babamı dedim, aldılar...
koskoca bayramı, küslerin barıştığı, insanların mutlu mutlu sokaklarda dolaştığı, çocukların avuçlarının şekerle dolduğu bayramı, kucağımda babamın terlikleriyle geçirdiğimi hatırlıyorum.
gelecek ve giyecek yeniden bu terlikleri babam diyordum kendi kendime...
cezaevinde bir bayram görüşmesi böyle olurmuş meğer...
içeridekiler mahkumsa, biz suçluymuşuz onları ziyaret ettiğimiz için...
o günden sonra o lanet yeşil -belki şirin olsun diye pembe- binanın önünden her geçişimizde kafamı diğer tarafa çevirdim. bu yüzden hatırlamıyorum rengini. rengi yok zaten benim için...
cezaevinde bir bayram görüşmesinden bana kalan mesleğim olmuştur. şimdi çıkmıyorum duruşma salonlarından, cezaevlerinden...
kelepçeli bileklere her baktığımda babam geliyor aklıma...
neyse ki çok özletmedi kendini babam...
neyse ki çıktı seksen mağduru(!) akrabamız oradan...
ne yazık ki dolu hala oralar çocukların babalarıyla, anneleriyle! belki de asla anne ve baba olamayacaklarla...
ben miyim fotoğraftaki kız çocuğu?
ben size gerçek bir "cezaevi bayramı" anlatayım öyleyse...
beş yaşındaydım, belki dört... seksen darbesi mahkumu bir akrabamız vardı. idamlık... sıranın kendisine gelmesine birkaç kişi kala fiilen idamlar durunca hayat kendini bağışlamıştı ona...
onu ziyarete gittik, lanet bir cezaevine...
lakin o değildi yalnızca ziyaret ettiğimiz. yıllarını cezaevinde geçirmiş, ve daha yıllarca orada kalacak olan herkesin ziyaretçisiydik, hepsi bizim yolumuzu gözlüyordu. herkes herkesin akrabasıydı orada...
hayatımda gördüğüm "en güzel" ablalar, abiler oradaydı.
anlamıyordum cezaevinin ne demek olduğunu, ama korkuyordum için için, bilmemenin verdiği bir korku değildi bu. soğuktu cezaevi belki onun için, belki kederliydi tüm bakışlar, ondan... korkuyordum...
hepsinin kucağında oturdum, beni bırakıp, henüz birkaç aylık kardeşimi alıyorlardı kucaklarına... bir o, bir ben, dolaşıyorduk kucaklarda...
boncuktan kuş ile orada tanıştım, ahmet kaya'dan önce...
samsun sigarasının eski paketlerini hatırlayan var mı bilmem, üzerinde tütün yaprağı vardır. o yapraklardan tablolar yaparlarmış, mahkumlar... cezaevinde ağaç olmadığını bilmezdim... çok sonraları, büyüdün dediklerinde yani, anladım o tablolar neden sigara paketlerinden evriliyormuş gerçeğe... yokmuş yaprağın kendisi cezaevinde...
samsun paketi topladım o günden sonra sokaklarda, oyunlar oynarken yaşıtlarım, ben cezaevi biriktiriyordum ceplerimde...
mutluluk çıkarırlarmış kendilerine, sigara paketinden, minicik boncuklardan, öğrendim...
sonra...
sonra herkes gibi çıkamadık oradan.
sevdiklerimize sarılıp, vedalaşıp, biraz kederli, biraz mutlu, özlemi bir süreliğine bastırabilecek olmanın hafifliğiyle, çıkamadık...
nasıl çıkabilirdik ki!
siyasi tutukluların ziyaretçileri değil miydik!
asker durdurdu bizi kapıda, çocuktuk, bebek hatta! ama dur dedi asker, durduk işte!
kardeşim babamın kucağında... babam, heybetli bedeninden uzanan ve boşta kalan sıcacık eliyle de ufacık parmaklarımı sıkıyor bir yandan.
sonra anlamadım ama korktum yeniden. haklıymışım, üzermiş, yaralar, parçalar, darmadağın edermiş cezaevleri.
jop denilen meretle de orada tanıştık kardeşimle, vakitsizce...
bir el silah sesi duydum, ama kan görmedim... havaya ateş açmak buymuş demek.
eve babam, amcalarım, ve ihtiyar dedem olmadan döndük. annemi gördüm, ama ağlamadım. şaşkın mıydım, hatırlamıyorum. hatırlıyorum, öfkeliydim.
babamı dedim, aldılar...
koskoca bayramı, küslerin barıştığı, insanların mutlu mutlu sokaklarda dolaştığı, çocukların avuçlarının şekerle dolduğu bayramı, kucağımda babamın terlikleriyle geçirdiğimi hatırlıyorum.
gelecek ve giyecek yeniden bu terlikleri babam diyordum kendi kendime...
cezaevinde bir bayram görüşmesi böyle olurmuş meğer...
içeridekiler mahkumsa, biz suçluymuşuz onları ziyaret ettiğimiz için...
o günden sonra o lanet yeşil -belki şirin olsun diye pembe- binanın önünden her geçişimizde kafamı diğer tarafa çevirdim. bu yüzden hatırlamıyorum rengini. rengi yok zaten benim için...
cezaevinde bir bayram görüşmesinden bana kalan mesleğim olmuştur. şimdi çıkmıyorum duruşma salonlarından, cezaevlerinden...
kelepçeli bileklere her baktığımda babam geliyor aklıma...
neyse ki çok özletmedi kendini babam...
neyse ki çıktı seksen mağduru(!) akrabamız oradan...
ne yazık ki dolu hala oralar çocukların babalarıyla, anneleriyle! belki de asla anne ve baba olamayacaklarla...
SEVDADIR
Göğü kucaklayıp getirdim sana kokla açılırsın solmuşsun benzin sararmış yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün öyle bükük bakma bana çam kolonyası getirdim sana kentli dağlıların haklı sevdasını bolu ormanlarından çarpan bir koku sanki köroğlunun ter kokusu aman kokusu, billah kokusu canlarım, canım benim üzme kendini bu kadar sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var bak yeryüzü ne kadar geniş ne kadar dar Dur akıtma gönlüm yaşını gözünden öpecek bir yer bırak oy bana en yakın bana en uzak sevgili yar Hasretine vur beni Giyecek çamaşır getirdim sana adettir diye değil, sevdim diyedir bağışla, eski biraz bedenim uygundur diye bedenine elimle yıkadım, ütüledim elma ağacında kuruttum Günler sarmal bir yay gibi bunu unutma Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir bunu unutma Seni ben her yerinden öperim bunu unutma kadere inansaydım sana inanırdım Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben öyle kırık bakma bana Caddeler nasıl da genişliyor sana bunu söyleyecektim Bileyli bir makas vardı yanımda sana bunu söyleyecektim Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri sana bunu... Oyy nasıl söyleyebilirim deliren sevdamızın kısrak huyunu Elimi tut tuttururlar, o kadarına izin verirler kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız sen içerde Ben dışarda... Oyyy mahpusluk mahpusluk...Arkadaş Zekai ÖZGER
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)