Cumartesi, Aralık 14


Anlaşmakta en çok zorlandığımız insan bir başkası değil kendimizizdir. Evet insan kimseye hiçbir şeyi zaten tam olarak anlatamaz ama insan en çok kendisiyle anlaşamaz. Birileri sadece kendimizle anlaşabilmek için araya koyduğumuz aracılardır. Asla karşımızdakine anlatmayız. Kime ne söylüyorsak aslında kendimizedir. Yine de hep sorular hep sorular...

Avucunda onlarca hapla otururken biri olsun istersin yanında. Niyesini söylemek için. Oysa kendine soruyorsundur: "Bu ilaçlar neden avucumda?"

Durup dururken ağlamaya başladığında sadece canının çok yandığını bilirsin ve biri olsun istersin, ağlamaktan konuşamaz halde olduğunda bile biri olsun yanında. Yalnız olmak istemediğin için mi? Değil... Hissettiğin acının daha derinine inmek istediğin için.

Geçen gece uyumaya çalışırken yine aklıma cümleler geldi, telefonu elime alıp yazmaya başladım. Aynen şu cümleler duruyor şimdi karşımda:

"Müzik tehlikeli ve gereksizdir. Bir marş duyduğunda savaşa gidebileceğini ve aidiyet duygunla ölebileceğini hissedersin. Bir ayrılık şarkısı, özleyeceğin kimse yokken acıtabilir canını. Ya da birden bire dans ederken buluverirsin kendini, duyduğun müziğin ritmine kapılmış. Sonuç mu? Sonuç; müzik olmayanın yanılsamasıdır."

Yanılmıyorsam Platon'un Devlet'inde buna benzer şeyler vardı müzikle ilgili. Yıllar önce okumuştum, yer etmiş aklımda. Oysa bir başkasının, yazmak için efkara ihtiyaç duyduğunu okudum bugün ve sanırım haklıydı. Yazmak için canımın acıması gerekiyor...

Kendine anlatmak ve müzik?

Evet kimsesizliği tercih eden birinin kendisiyle anlaşabilmek için acısının derinine inmesi gerekiyorsa bunu ancak müzik yapabilir.

Ve evet, müzik tehlikeli ve gereklidir.

Perşembe, Aralık 5

ve toprak bulamayan kediler, saksılara işiyordu... ve ahşap gibi davranıyordu plastik masalar... ve biz hala ve safça insanın doğasında şiddet olmadığına inanıyorduk... Bazen inanmak yetmiyordu bunu ısrarla savunuyorduk.. oysa bilmiyorduk; insanın doğası diye bir şey yoktu..

Salı, Kasım 12

ilaçlar içilip ışıklar söndükten sonra yataktan kalkıp bir sigara yakmakla başlıyordu her şey.

bu gece yine en büyük kavgalarımızdan birini yaşadık. acı çekmeyi kutsayan iki kadının kavgası. tüm zayıflıklarını, o uzatmalı yalnızlıklarını, seçimlerinin saçmalığını hiç acımadan birbirlerinin yüzüne vuran iki kadın.

nasıl da küfürbazlar, nasıl da öfkeli. hiç eyvallahları yok. kavganın sonunda iki enkaz bırakıp arkalarını dönüp uyumaya gidecek kadar da umursamazlar ayrıca.

-sen tam bir salaksın! insanlara her şey yolunda mesajı verecek kendine döndüğünde bildiğini okuyacaksın. diyordu biri.

diğeri,
-onlara katlanamıyorum onlara katlanabilmek için rol yapmaya hiç katlanamıyorum. diyordu.

-peki öyleyse. anlat her şeyi onlara ve dalga geçsinler seninle. deli desinler, hasta desinler. zavallı desinler!

-asıl sen zavallısın, yalnızlığına katlanamıyorsun ve bunun kendi seçimin olduğuna kendini ikna etmeye çalışıyorsun.

-belki de haklısın. yorgunum çok.
yine nihilizmin yıkıcı karakterine büründüm. ev arkadaşımı kovdum. sevgilimi tersledim. herkesi uzaklaştırmaya çalışıyorum kendimden.

-ara ara nihilizmin kara gölgesi gelir ve ezer geçer Deniz. bu hep olacak. her zaman. sadece yakın çevren değil bazen herkes anlamsız gelir. boş boş dolaşırsın sokaklarda. konuşmadan anlaşmaya çalışırsın herkesle. sana ilgiyle bakan gözlere bile acırsın. 

-ne yapmak lazım böyle olduğunda?

-o halimizi sevmekten başka çare yok.

-peki ama insanlara yazık değil mi?

-ben nihilizmin her kara bulutlu mevsim zamanlarında düşünsel bir evrim yaşadığıma inanırım içimde.

-iyi de nihilizmi bilmeyenlere bunu nasıl anlatacağım?

-anlatmaya çalıştıkça sıkılırsın. hem anlatmaktan vazgeç artık.

-onlar anlamazsa ben boğuluyorum. sürekli rol yapmak yoruyor. sonra da patlıyorum işte. yıkıyorum herkesi ve her şeyi. beni heyecanlandıran şeyler insanları heyecanlandırmıyor, onları heyecanlandıranlar da beni.. benim bunaltılarımı anlamıyorlar. ben de normal insan sıkıntısı gibi anlatıyorum onlara. o zaman da haksızlık oluyor...

Kavgalarınızı kendim gibi seviyorum!

Cuma, Kasım 8

insanı büyüleyen filmler var. oysa o filmlerin anlattığı hayatları alelade yaşayıp geçiyoruz. bizi büyüleyen filmler mi yoksa birilerinin bizim fark etmediklerimizi fark etmesi mi? böyle apaçık, dürüstçe ve cesurca yazınca korkunç duruyor di mi? sanırım az önce bir filmin içinde yaşadığımı fark ettim ondan bu halim...
ne oluyorsa sen uyurken oluyor. sen uyurken ölüyor, sen uyurken seviyorum. sen uyurken yazıyorum. ne oluyorsa yalnızken oluyor. yalnızken gidiyor, yalnızken susuyorum. yalnızken -başka hiçbir şey olmadığından elimde- kendimi harcıyorum. ve sen hep geç kalıyorsun. çünkü ben, sen uyurken büyüyorum.

Çarşamba, Kasım 6

hani o adamlar yazmış ya o kadar şiir, ama boş. çünkü senden haberleri yok.

hani benim masamda yeniden şiirler, o adamların, şiirlerin senden haberi var.
şimdi siz sanıyor musunuz ki gözlerimi siyah görüyorsunuz diye siyah benim gözlerim.
nazım'a düzeltme: 21. yy'da 3 gün sürer aşkın heyecanı.

hepimiz kendi çapımızda birer aforizmayız işte.
Etrafımda benden önce ölme diyenler çoğaldıkça ben hepinizden önce ölmek istiyorum.

Kimsenin anlayamayacağı cümleler kuruyorum ve sen çıkıp buradayım diyorsun. Yaşamdan gizleniyoruz adeta, tanrıdan gizli yaşıyoruz ya da. Sanki biz istemediğimiz sürece bizi göremeyecekmiş gibi. Sanki biz istemezsek yeryüzünde hiçbir şey olmayacakmış gibi. Öyle güçlüyüz ki yan yana bile gelmeden.

Zihnimde kısa bir öykünün ilk cümleleri oluşuyor seninle konuşurken. Sonra bütün o hayallerin yorgunluğuyla kendime dönüyorum ve yazmaya takatim kalmamış oluyor. Orada kalsın diyorum; her şey orada, senin hemen yanı başında kalsın. Orada güvendeler, orada güvendeyiz. Bazen bir hayal olmandan korkuyorum sonra irkilerek kendime geliyorum. Bu kadar gerçek bir şeyi ben bile hayal edemem diyorum.

Her gece uyumadan önce kültablasındaki izmaritleri sayıyorum. Her gün bir öncekinden biraz daha fazla oluyorlar. Seviniyorum. 


Perşembe, Ekim 31

upuzun cümleler kurup bitmeyen hikayeler yazmak istiyorum. doğmuş olmanın ve ölememenin hikayesini mesela. geçim derdim olsun mesela. evlenip çocuk yapma isteğim. bugün ne giysem diye düşüneyim sabahları (ama ben akşamları uyanıyorum). yaz gelsin, kış geçsin, sonra hep yaz olsun. sonra ben uzayan günlerin telaşına düşeyim. 

bana bi bira versenize...
Gidip gelen duygularım değil aklımdı ve onlara göre tedavi edilmesi gereken tam da buydu. Hayatla zamanı karıştırıyordum. Bana zamansız oyunlar oynayan hayat mıydı yoksa hayatı alaaşağı eden zaman mıydı bunu sanırım asla öğrenemeyecektim. Yapabileceğim tek şey onlara benzememi sağlayan şeyler yapıp bunları elimde tutmayı becermek ve artık buna dayanamaz olduğumda yazmaktı. Yazdım ve geçmedi. Hala "hastayım..."

Cumartesi, Ekim 19

sabah uyansan ve kıyamet kopmuş olsa. bütün kağıtların ve kalemlerin kaybolmuş olsa mesela. ve sen yazmayı unutmuş olsan.

sabah uyansan ve ayakların tutmasa mesela. yataktan kalkmaya çalıştığında kıpırdayamasan.

sabah uyandığında bütün korkuların ve hayallerin gerçek olmuş olsa. bir yap-boz gibi organlarının yerini değiştirebiliyor olsan mesela. ellerini ayakların yapsan kafanın içindekileri tutup dışarı çıkarsan.

sabah uyansan ve olduğunu sandığın herkes gitmiş olsa.

Cumartesi, Eylül 28

sevmek; onca zaman sonra karşılaştığında "yokluğumda ne kadar öldün" diyebilmektir.

Cuma, Eylül 27

aynaya baktı. uyumadığı zamanlarda en sık yaptığı şey buydu; aynaya bakmak. saçlarının boyunu ölçtü. bu sabahla aynı. hatta dünle aynı dedi. "beklediğim tek şey saçlarımın uzaması ve uzamıyorlar ve ben bekliyorum." tek beklediği saçlarıydı. uzun süre kalmadı aynanın karşısında. yanan sigarasını sonuna kadar içmek için odaya döndü. sigarayı söndürürken aynaya bakmayı yasakladı kendine. saçlarım uzayana kadar aynaya bakmayacağım dedi. ve saçlarımın uzamasını beklemeyeceğim, aynaya bakmayacağım ve beklemeyeceğim.

-en acımasız ve en haklı yasaklar insanın kendine koyduklarıdır. ve en kolay ve en çabuk ihlal edilen de yine bu yasaklardır.

daha önceki hayatımda bir kitap yazdım ve şimdi o kitabı yaşıyorum diye düşündü. bu kadar keder ve hüzün olmamalıydı o kitapta... yazarken bunu düşünememişti.
şimdi ben size pencere önünde saçlarının uzamasını bekleyen kızın hikayesini anlatabilirim ya da yaşamın önünde ömrünün kısalmasını bekleyen bir kızın. halbuki ne gerek var! en iyisi hikayelerin ana fikrini yazıp uzaklaşmak:

"çaresiz ve müdahalesiz bekleyişler can yakar."

Çarşamba, Ağustos 21

kapının önündeki ayakkabıları kucağıma alıp salona koştum. kollarımı açtım ve ayakkabıları yere bıraktım. 20 çift ayakkabı. patır patır döküldüler. ters dönenleri düzelttim, çiftleri eşleştirdim. ne de olsa ince bir insandım. ve sonra "gidiyorsunuz!" diye bağırdım. o ana kadar yokmuşum gibi davranan 20 çift göz bana doğruldu, bir tabanca gibi. bir an titrediğimi hissettim. hatta utandım gibi geldi. istifimi bozmadan tekrarladım. "gidiyorsunuz!" koşarak çıktım salondan ve kapıyı açtım. ellerinde pabuçlarıyla sıraya dizilmiş 20 kafa önümden geçtiler ve yine sırayla merdivenlerden inmeye başladılar. rahatlamıştım.


              - aklıma bir kedi düştü. ona her seslendiğimde heyecanlanan ve koşarak yanıma gelen bir kedi. kediler özlenmez. unut gitsin.


yatak odasına geçtim. tırnak makasını aldım sonra mutfağa gidip bir bıçak aldım. artık sadece bana ait olan salona dönebilirdim. önüme bir gazete açtım. sol ayak başparmağımın tırnağını kesebildiğim kadar kestim. sonra bıçağı alıp etle tırnağın arasında gezdirmeye başladım. biraz acı diyordum içimden tekrarlayarak; biraz acı, ihtiyacım olan. kanamaması sinirimi bozmuştu. yaklaşık 10 dakikadır sigara içmediğimi fark etmiştim. sigarayı yakmamla birlikte tırnağımın altından kan süzülmeye başladı.


              - hep aynı kelimeler. "kan süzülmeye başladı." vıdı vıdı! bunun yerine şöyle desem mesela: çekyatın örtüsü kıçımın altında toplanmaya başlamıştı. bence ikisi de aynı şey.


tırnakla eti tamamen ayırdıktan sonra ufak bir el hareketiyle tırnağı yerinden kaldırıp gazetenin üzerine bıraktım. artık hiçbir şey yapmadan oturmaya başlayabilirdim. bu ev benim değildi ve ortalığı toparlamam gerekiyordu. biraz dağınıklıktan fazlasını kaldıramayan evler her zaman sıkıcı olmuştur, boş bile olsalar.


              - havalar çok sıcakmış. tenimin kokusunu seviyorum ben, terlemeyi de. sıcak olsun.


insan aşındırıcısı diye bir şey olsa mesela ama ömür törpüsü gibi değil. elimize alsak sıkıldığımız yerlere sürtsek ve bitirsek. yavaş yavaş ve eksilerek ve istediğimiz şekillere girerek ve istediğimiz zamanda ölsek mesela. ben mesela ölmeden önce kendimi buluta benzetmeyi isterdim.


               - tırnağım yani parmağım acımaya başladı. adrenalin de buraya kadarmış demek. şimdi bir sigara sarmalı ama dolusundan sonra da uyumalı kusarak.

"kan damlıyordu her yerimden ve siz şarkılar söylüyordunuz. evet hatırlıyorum, heyecanlı ve mutluydunuz. ve çok fazla ses vardı. duymamak için sürekli konuşuyordum. eski fotoğraflar geliyordu gözümün önüne oysa toplamları bir hayat etmiyordu. sadece kalkıp gitmek istiyordum, kendi şarkılarımı söyleyerek. ama tutunacak bir yer bulamıyordum." bunu yazmalıyım diyordum işte bunu yazmalıyım. kanlarım kuruduğunda ve ben kalkıp yürüdüğümde bunları yazacak bir yere gitmeliyim. bir hayattan daha fazlasını yazmalıyım. bir acıdan fazlasına katlanıyorsam bunu yazmalıyım. zihnimde yankılanan sizin şarkılarınızken yazmalıyım. kendi sesimle yazmalıyım.

ve uyandığımda sayıklayarak ölmüştüm.

Cumartesi, Mart 30

tanrı pezevenkse hepimiz onun orospularıyız.

camı açtı. kafasını dışarı uzatıp baktı. kim o? apartmana girmek üzere olan kadın bir adım geri atarak başını yukarı kaldırdı. pardon, Müzeyyen'e gelmiştim ben. camı kapayıp içeri geçti. yatağına uzandı. bilgisayarı kucağına aldı. dudaklarının arasına bir sigara koydu. solitaire açtı oynamaya başladı. sigarayı dedi azaltmayı başaramıyorum. çevremdeki insanların son zamanlarda benden istedikleri tek şey bu oysa. artık çalışsan, para kazansan, evlenip çoluk çocuğa karışsan demeyi bırakmışlardı. yemek ye ve sigarayı azalt. bu. sadece buydu ondan istenilen. bütün evi odasına taşımıştı; yatağın sol tarafında duran taburenin üstüne. kültablası hemen yastığının yanında ve mütemadiyen dolu.

- hafif rüzgarlı ama üşütmeyen, güneşli ama terletmeyen bir hava olsa yarın İstanbul'da, yürüsem biraz.

solitaire oynamaya ara verip birkaç siteyi dolaştı. uzun zamandır haberlerle ilgilenmediğini fark etti ama umursamadı. hiç tanımadığı ama belki karşılaştığı insanların sayfalarına göz gezdirdi. dostoyevski okumamış olmanın verdiği huzursuzluğu üzerinden atmak için geliştirdiği teorisini aklar gibiydi. herkesin bir hikayesi var dedi. kitap okumak saçma. insanları okumalı. artık içimizden dökülenler yerlere saçılmıyor. internet derleyip topluyor onları. bazen nasıl da saçmaladığını fark etti. tam da şu an olduğu gibi.

- yarın Dolmabahçe'ye gidip bir bankta oturmalıyım. biraz müzik dinleyip sayıklamalıyım.

belki de annem haklı. kızım bir psikologa gitsen? çok sinirlisin. iyi gelir. hem ayıp değil ki, normal insanlar da gidiyor. gülümsedi. annem bana normal değilsin dedi galiba diye geçirdi içinden. annesiyle yarım saat telefonda konuşmuştu. konuşmanın özeti gibiydi bu cümle. ha bir de telefonda annesiyle konuşurken kaybolmuştu.

- Taksim'den Beşiktaş'a inerken geçtiğimiz parkın içinde belediyenin tesisleri var. orda bir çay içmeli.

aslında öfkeli olmak onu rahatsız etmiyordu. insanların bunu bu kadar gündeme getirmesiydi canını sıkan. psikolog. olanı olduğu gibi anlatsa alacağı ilk telkinin o odadan çık olacağından adı gibi emindi. denemek eğlenceli olabilirdi belki. bunun için para lazım dedi. en pahalısını bulup ona gitmeli ki eğlencenin dozu da yüksek olsun.

-uzun zamandır Beykoz'a gitmedim. Üsküdar'dan sarı dolmuşlar. en son diş doktoruma gitmiştim Beykoz'a. sene 2011 olmalı.

eli birden telefona gitti. hani bazen insan sesi duymak istiyordu. iki dakikalık bir konuşmadan sonra bu sese dayanamadığını fark edip kapatıyordu telefonu. şimdi mesela rastgele bir numara çevirsem, uyuyan birini uykusundan uyandırsam. lütfen ama sabah işe gitmem gerek dese ve ben sabah gelsene kahvaltı yapalım desem. adresi mesaj atsam. erkenden kahvaltı hazırlayıp beklesem. yine de Müzeyyen'e mi gelirler ki?

-denizlerle iç içe geçmiş şehirleri seviyorum ben. denizin başladığı yerde yol biter. yolun bitmesi gibidir hayat. Samatya işimi görür.

tüm ağırlığıyla bir kedi gelip sol kolunun üstüne uzandı. yazı yazmakta zorlanıyordu. ne yazmaktan vazgeçti, ne kediyi rahatsız etti. ama artık bir sigara daha yakması gerekiyordu. halbuki kediler sigara dumanından rahatsız olur. sigarayı azalt.

-kuaföre gitmek gerek. kesin biçin, yolun süsleyin sokağa salın beni demek için.

ancak acılı bir ölüm bu odadan geçen zamanların pişmanlığını hissettirir. yaşarken pişman olmamaya söz vermişti. uzun ve acılı bir ölüm. ölmekten korkmadığını sanıyordu. öldürülmekten korkuyorum ama ölmekten değil diyordu ama son birkaç gündür uzun ve acılı bir ölüm hayal ederken bir yandan da korktuğunu fark etti. tek hareketle gözünün içine bakan biri tarafından öldürülmek ne kadar keyifli olurdu oysa.

-yarın Dolmabahçe'ye gidemem. evi bok götürüyor. bu laf sloganken iyi de yine de temizlik yapmak gerek.

sigarasını söndürdü. yatağın üzerindeki peçeteleri, yarısı yenmiş portakalın durduğu kabı, kargo poşeti ve okunmayı bekleyen kitabı, boş sigara paketini ve kültablasını bir kenara; hırkası ve çorabını diğer tarafa itekledi. uyumaya hazırlanır gibi bir hali vardı. kedi kalkmış, yatağın ucuna uzanmıştı. sol kolunun uyuştuğunu fark etti. kolunu havaya kaldırdı, karşıdaki gardırobun aynasından dövmelerine baktı. kendinde sevdiği tek şeyin bu dövmeler olduğunu düşündü.

muhtemelen tuvalete gidip, ışıkları söndürüp uyumuştur.

-sigarayı azalt, yemek ye.

Salı, Mart 5

allah aşkına elinizde ne var? en son ne zaman gerçekten mutlu hissettiniz? hayalleriniz ne kadar ve kaçı paraya odaklı değil? sevmeyi başardığınızı düşünüyor musunuz gerçekten? beni neye davet ediyorsunuz? nasıl bir yaşam var ki önünüzde arkanızda, sağınızda solunuzda da bana sizler gibi olmayı dayatıyorsunuz? şu yapmacık ve günübirlik hallerinize kanıp da gelir miyim sanıyor musunuz? karışır mıyım aranıza?
and olsun ki biz 7 milyar insanı dünyaya seni üzsünler ve canını sıksınlar diye gönderdik.
bence ben yedek oyuncuyum ve tanrı hariç hepimiz bunun farkındayız. o beni oyundayım sanıyor ama bilmediği bir şey var; oyuna girmem için oyunun bozulması gerek.
bu manyak ne saçmalıyor diyenler için elimde can sıkıntısından fazlası var, paylaşalım mı?
sabır, çoğu zaman aptalca bir bekleyişin katlanılabilir adıdır.
suratlarına bakıp geçiyoruz her gün onlarca insanın. kiminden sebepsiz nefret ediyoruz. ama asıl acımasızlık nerede başlıyor biliyor musunuz? herkesin bir hikayesinin olduğunu unuttuğumuz zaman. hiçbir hayat öylesine yaşanıp geçilmiyor.
geceleri oturup gündüzleri uyuyanlar için;

uyumanın kötü yanı: uyandığında dünyayı uyurken bıraktığın gibi bulamıyorsun.
uyumanın iyi yanı : zaman daha çabuk geçiyor.

geceleri uyuyan gündüzleri çalışanlar için uyumanın hiçbir iyi yanı yok. kötü yanı ise geceyi kaçırmak.
içinden konuşup duruyordu. monolog derler buna. oysa bütün monologların bir muhatabı yok mudur?

uyumasına engel sayıklamalar vardı kafasının içinde. elini uzattı, başucunda duran bilgisayarın kapağını açtı. yazmak beni susturur dedi yine kendi kendine. şimdi asıl mesele az önce zihninin içinde dolanıp duran cümleleri olduğu gibi yazabilme becerisini göstermekti.

ne diyorduk, dedi. evet. başlayalım:

"gürültülü bir fabrikada 24 saat aralıksız mesai yapmış gibiyim. gürültülü fabrikanın gürültülü makinelerinin başında sırf düğmelere basmak için saatlerce ayakta durmak. gözümün önünde uçuşan koca koca makineler ve düğmeler var. hafif loş fabrikanın içinde sesi çıkmayan siluet insanlar dolaşıyor. her birine kaç makine düşüyor hesaplayamıyorum. gece vardiyası bitenler gidiyor yerlerine yenileri geliyor. oysa fabrikada sabah olmadı."

"işte böyle bir fabrika içinde 24 saat çalışmış olmanın yorgunluğuna benziyor yorgunluğum."

"dışarı çıkıyorum. hava karanlık, iyi ki de öyle. evime doğru yürüyorum. bugün ellerim her zamankinden fazla titriyor diye düşünüyorum. eve varıp merdivenleri çıkmaya başladığımda dizlerimin de titrediğini hissediyorum. sanki bacaklarım dizlerimin olduğu yerden ikiye katlanacakmış gibi. katlanıversem ortadan ikiye diyorum. uyusam kalsam merdivenlerin ortasında. ne mümkün! kulaklarımda makinelerin uğultusu..."

böyle yorgunum diyor yattığı yerden.

"bu yataktan hiç çıkmasam, o fabrikaya bir daha hiç gitmesem."

sabah uyanıp işe gidecek olmanın sıkıntısına benzer bir sıkıntı var içinde. oysa gidecek bir işinin olmadığını biliyor. kulaklarındaki uğultu ise makinelerin değil onun sesi. son bir cümle geçiyor aklından: "rica etsem biraz susar mısın?"

yazıp bilgisayarı sakince kapatıyor. ve bu kez susturup makineleri uyuyor. belki sabah hiç uyanmayacak...
bunu ben dedim;

bütün ilişkiler sömürü üzerine kuruludur. kiminin parasını yersin, kiminin üstüne çıkar cinselliğini tatmin edersin, kimine kendini acındırır beni sev dersin. sömürü insan ilişkilerinde başlar.

bunu da INGEBORG BACHMANN demiş;

"faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar…"

ikimiz de akıllı kadınlarız vesselam.
insanların cesaretine hayranım. markete girer gibi giriyorlar hayatına. alacaklarını alıp çıkıyorlar. üstelik sen kasiyer rolünde bile değilsin, hesap soramıyorsun. her şeyin bedeli var, üzmenin yok.
Dünya!

Sabah uyandığımda gece bıraktığım gibi bulmak istiyorum seni. Bi halta benzediğin de yok ya daha kötü olma yeter.
CERN'de biliminsanı mı olsam, dönüp yeniden Oğuz Atay mı okusam?
hani kısa ve kötü yazılmış bir öykü benim hayatım. en güzel yeri ise sensin. bu hikayeyi masala çevirensin... masallara inanırım ben ama sana daha çok...
sokakların boş olduğu saatlerde evde olmak gerekir.herkes korkar boş sokaklardan ve sokaklar boşalır. oysa günün en güzel saati sokakların boş olduğu saatlerdir ve sokaklar en çok boşken güzeldir. aynada kendi yüzüne bakamaz hale geldiğinde ve havalar biraz daha ısındığında boş sokakları görmeye çık diye söz verdim kendime. hani lütfen başıma bir şey gelecekse de sokaklar boşken gelsin diye. benimkisi kalabalığın vurdumduymazlığına tercih etmek belki de insansızlığı. yüksek sesle söylemek içinden geçenleri ve kendi sesinden başka ses duymamak başka türlü nasıl mümkün olur ki!
Sartre kesmiyor artık. Nietzsche olayım dedim, kırbaçlarla aram pek iyi değil. Ayn Rand olmak gerek bugün ki ben bu aralar fena halde Cemal Süreya'yım...
ağlamaktan keyif almaya başladığınız yer gerçekten umursamaz olduğunuz yerdir. tanrım ne fena!

herkese ve her şeye 'ne haliniz varsa görün' demek ve artık canının acıdığını hissedememek ölmek için uygun zamanın alarmıdır.
yaşamın ve insanların antiteziyim ki bizden bi sentez olmaz!

Perşembe, Şubat 21

büyüyünce doktor değil, hasta olmak istiyorum.
büyüyünce gelin değil sevgili olmak istiyorum.
büyüyünce adam değil, deli olmak istiyorum.
büyüyünce avukat değil anarşist olmak istiyorum.

Pazartesi, Şubat 11

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Madde 1- Bütün insanlar saçmalama hakkına sahiptir.





kendim için küçük sizin için büyük adımlar atabilirim.

.
.
.
.
.
.
.
ama üşeniyorum.





prensip olarak haftada 3 gün, günde 4 saatten fazla çalışmıyorum. pazartesi sendromu yaşayanlara selam olsun.
o değil de yıl olmuş 2013 hala pazartesi sendromu yaşayanlar var di mi...




Bence benim düşündüklerimi 140 yıl önce falan Nietzsche de düşünmüştür.
Yine de bu onu  çok zeki bir insan yapmaya yetmez.




Madde 2- Yukarıda yazdıklarım bu hakkın kapsamı dışındadır.



Cuma, Ocak 11

dillere destan şiirler yaz/a/madım
sokaklara çıkıp bağırmadım
duvarlara adını yazmadım
senin için birkaç çift çorap ve bir gömlek yıkadım.
bir gömlek ütüledim.
sırtını keseledim (peki tamam öptüm omuzlarının ortasından)
ben seni annem gibi sevdim.
bu yüzyıla,
bildiklerime ve öğrendiklerime kanmadım,
ben seni kendime rağmen annemin babamı sevdiği gibi sevdim.

Perşembe, Ocak 10

Demiş ya o adam ben sende bütün aşklarımı temize çektim diye. Yanılmış olabilir mi? Bana kalırsa insan bir aşkta öfkelerini ve günahlarını temize çeker. Ve insan O'nu biriktirdiği acılarıyla sever, onlara rağmen değil...

O dedi ki; "Aşkı bilen insanları cehenneme atmamak lazım."

Tanrının bizden öğreneceği çok şey olsa gerek...