Cumartesi, Aralık 29

bir "sanki"den ibaretim. zamandan ve mekandan soyutlanmış gibi... ve biliyorum cümle kurmaya halim yok. dudaklarımda bir kıpırtı, hepsi bu. sesten ve anlamdan yoksunuz şimdi sen, ben ve kelimeler...

Salı, Aralık 25

bazen aklından geçenleri başkası söyler ve sen yeni bir şey keşfetmiş gibi olursun. hepsi bu. telaşlanma.

Pazar, Aralık 23

beni kendi tarihimle yargıla. son yüzyılımı yaşıyorum dedim. anla.

Salı, Aralık 11

bugün "şiddet mağduru" iki kadının hikayesi var aklımda. biri kendim kadar yakın bana, ama gördüğü şiddet uzaklaştırdı onu benden. diğeri çaresiz ondan daha fazla. adli yardım bürosundan atanan bir dosyanın konusu. sonradan vazgeçti ve davasını kendi açtı. ama neye ihtiyacı olursa olsun istediği zaman arayabileceğini söylemiştim vazgeçtiğinde. "davayı açtım, 3 ay oldu bir gelişme yok" diye aradı. adliyeye gidebilecek imkanın varsa gidip bak bir dosyaya, ben de perşembe günü gideceğim gittiğimde bakar haber veririm dedim. dayanamamış hemen aramış kalemi. 1 ay daha sürer işlemleriniz demişler. hemen arayıp söyledi. durumunun iyi olup olmadığını, fiziksel şiddet görüp görmediğini sordum. fiziksel değil ama ekonomik ve sözlü şiddet gördüğünü söyledi. 2006 yılında vurdu beni kocam, bacağımda kurşunla yaşıyorum dedi. dayanamadım. ücret istemiyorum, vekalet çıkar yeter ben bakarım dosyana dedim. sanki başıma gelenlerin acısını hafifletmek istiyor gibiydim. ben böyle der demez ağlamaya başladı hıçkıra hıçkıra. ne dualar ne dualar. ağlamayın dedikçe sevinçten ağlıyorum, avukatım var benim dedi durdu. yanındakiler çığlık çığlığa. nimet miyim ben şimdi..?

daha 20 gün önce babamdan dayak yemedim mi? tedbir kararını daha bugün tebliğ almadım mı? 6 ay boyunca bana yaklaşması yasak babamın ve kardeşimin. çare olur mu hala geçmeyen morluklarıma. o kadının bacağında taşıdığı kurşun kadar ağır değil mi devlet korumasında olmak, hem de babana ve kardeşine karşı.

şu ana kadar küfretmedim ama şimdi edeceğim. bu siktiğimin hayatını yerle bir etmek istiyorum.
geldim, seni aldım, gitmedim, seninle kaldım.
belki de bütün o felaketler
güzelliklerin/in öncüsüydü.
ben uzun zamandır ilk defa bu günlerde
kahretmeden uyanıyorum bir şeylere.

ve ölür gibi yaşanmayan bir hayat
hayalimde yine bugünlerde.

ne varsa bana dair
alınmış gibiydi elimden
ve ben seninle topluyorum
onları yeniden eteklerime.

hani deprem sonrası yıkılmış kentlere
benzetiyordum ya kendimi.
bir deprem de sensin şehrimde
ve ben korkmuyorum artçıllarından bugünlerde

demiştim ya kaybolmak
kaybetmek kötüdür diye.
bilmiyorsun sen,
tırnaklarınla kazıp yıkıntıları
günyüzüne kavuşturuyorsun beni bugünlerde



bilirim bir kışa hazırlanmayı



Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi.
Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır. Nerdeyse.
Bir çocuk ölür. Bir kadın hastalanır. Odalar
bulutlanır.
Su içmekten. Uzak. Bir köfte kokusundan
İnsan
uzak
bir memleket havasından.
Belli belirsiz bir şeylerden utanır.
Yapışkan ve dayanıksız bir vidanın eşliğinde
Gece.
Hatırlarız bir günlerde üşümediklerimizi.
Üşümeyeceklerimizi.

Kimilerine bir şarkı gibi gelir bütün bunlar. Oysa.
Bir kez daha söylüyorum üstümüze yağanları.
Uzuneski.
Olumsuz. Güneşe aykırı.
Haziran mintanları. Kopkoyu kent garları.
Alınıp götürülenler. Yerlerine konanlar.
Anladığımız ve.
Şaştığımız kalabalıklar. Bir korku
aşka benzer yalınlığı. Bir korku.
Kuduz korkusu gibi sudan.
Bir korku.
Semercilerin. Bakırcıların. Nalbantların. Arzuhalcilerin.
Kantarcıların ve demircilerin ve çilingirlerin.
Parmakçıların dinsizlik korkusu. Takunyecilerin.
Bir odada kalanların ölüm korkusu.
Bileycilerin, bezzazların ve ölü yıkayıcıların.
Ve pazarcıların. Gökyüzü korkusu.
Bütün garipliğiyle esnaf çarşılarının
ve uygunluğuyla ve yenilmişliğiyle
bir sancı gibi dolanır içimizi.

Yarı aç yarı tok dolaştığımız bir Ankara'da
Bir haşhaş gibi sanki. Bir acı su.
Bir yağmur cömertliğiyle Anadolu'dan
dolaşır içimizi.
Onların akşamları.

Yaralı olmak
yerinde olmamak
uzun gecikmesi son kesinliğin
bir sabah biliyoruz elbet neyi bölüştüğümüzü
göz göze
bakışınca. Biliyoruz
neyi bölüştüğümüzü.
Konuşmasak da.

Şimdi tutalım bu diriliği artık. Zamanıdır.
Zamanıdır. Neredeyse kar başlar. Küçük kuşlar ölür.
Semerciler ve dilsizler ölür.
Seninle ben kalırız. Yeni bir yaşamaya.
Gökler ve kentler ufalır. Seninle ben kalırız.
O şarkı sanılanlar bir kavga halini alır.
Neredeyse kar başlar.
Birini düşünür gibi oluruz. Biliyorum
Ellerin de üşür. Biliyorum ama
Isıtabilirsin onları. O ateşte.
Hazırsın da. Biliyorum. Ama
sana bir boyun atkısı gerek. Kış geldi.

-T.Uyar

Pazartesi, Aralık 10

büyük hayranlıklar büyük hayal kırıklıkları doğurur. tanrı hayran olmamız için ölüleri yarattı, yaşayanların büyüsünden uzak durun.

Cumartesi, Aralık 1

öğretilenleri yıkıp bildiklerimi koymuştum yerine. bildiğim her şeyi de unuttum ya ben şimdi. yüzyıllarca uğraşıp bir tuğla koyduğum bir çivi çaktığım o köyü de talan ettiniz, yakıp yıktınız ya şimdi. asıl bundan sonra ısrar etmek salaklık olmaz mı? bunu mu reva görüyorsunuz bana? kalkıp gitmeye her niyetlenişimde bunun için mi biraz daha kal dediniz bana? acılarım çok mu hoşunuza gitti? eziyetiniz yetmedi mi?

annem, babam, kardeşim ölseydi gidecek bir mezar olurdu. ama onlar yaşarken öldürmediler mi kendilerini? arkalarından ağlama hakkımı da almadılar mı elimden? sizler hiç olmasaydınız daha kolay olmaz mıydı; ne diye ısrar ettiniz gelmek için? kapıyı her çalana açtığımı bilmiyor muydunuz? ben bir umut bir kez daha denemeye niyetlenmeseydim pek çoğunuz için gidecek fazladan bir mezar daha olmazdı; çok mu meraklısınız cenaze törenlerine? yaşamakta ısrar daha çok insana maruz kalmak demek değil miydi? ben bunu neden göremedim ki?!

Tanımlanmış Kötülük

bazı kavramlar hazır tanımlanmış olarak gelir önümüze. içinde yaşadığımız toplum, o toplumun egemenleri, o toplumun topluca mensup olduğu din vs gibi etkenler bu kavramların tanımlanmasında ve yorumlanmasında etkili olmuştur. ahlak, namus, iyi-kötü, doğru-yanlış hatta güzel-çirkin. ve dilediğimizce uzatabileceğimiz bir liste.

bense bu aralar "kötülük nedir?"e takıldım.

herkesin kabul ettiği gibi yaşamayı seçersen senden iyisi yoktur. hayatının amacı para kazanıp rahat yaşamak olursa, onlar gibi giyinip onlar gibi konuşursan, onların kullandığı telefonları kullanırsan, bir kadını veya erkeği onlar gibi seversen, onların istediği gibi bir arkadaş olursan senden iyisi yoktur. ama bununla da kalmazlar, istedikçe isterler. sen onlara benzedikçe daha fazla benzemeni isterler daha fazla benzedikçe kendin için yaşamaya başlarsın. kazandığın para arttıkça yetmemeye başlar. cimrileşirsin. cimrileştikçe etrafındakiler seni dışlar, bize niye yok derler. bir kadını ya da erkeği onlar gibi sevmeye başlarsın duygusuzlaştığını söylerler. ne paran yeter onlara, ne sevgin, ne yaptıkların. onların kötü dediğine kötü, iyi dediğine iyi demeni beklerler. ahlakını namusunu sorgulamaya başlarlar. tabi kendi bildikleri şekliyle. oysa kimse bilmez kafamızın içindekiler bize ait değildir. yüzyıllar öncesinden tanımlanmış değer yargılarıyla yargılarlar ama kendi değerleri zannederler.

işte tanımlanmış kötülük de böyledir. bir kardeş ablasını döver ama kötü olan abladır. çünkü abla kardeşinin her şeyine katlanmak zorundadır. yediği dayak katlanmayı reddettiği içindir. oysa aynı toplumda kadına el kaldırılmaz diye de bir kural vardır. gel gelelim kadın erkeğe -babası, kocası veya kardeşi- erkek gibi davranmalı, hizmette ve biatta kusur etmemelidir. ettiği vakit dövülmesi olağandır ve kötülük kadını dövmekte değil, kadının boyun eğmemesindedir. sonra kardeş yetmez baba da döver ablayı çünkü abla o kadar kötülük yapmıştır ki ailenin erkek evladına kölelik yapmayı reddederek. tabi ki dayağı da hak etmiştir. baba iyidir, kız evlat kötü. o evlat ki çalışıp ailesine ev araba almamıştır, evlenip çoluk çocuğa karışmamış, ailesini torun sevgisinden mahrum bırakmıştır. eşe dosta akrabaya, konu komşuya karşı boynu bükük kalmıştır ailenin. o kız evlat sizin bana biçtiğiniz hayatı yaşamayı reddediyorum demiştir ve kötülük yapmıştır ailesine. kadının kötülüğü tanımlanmış ve kabul edilmiştir. erkeğinki ise kötülük olarak değerlendirilmemiştir ve ne yaparsanız yapın anlatamazsınız asıl kötü olanın erkeğin yaptığı olduğunu.

bir adam gelir bir kadına seni seviyorum der. bu iyidir. seni seviyorum ama benim olacaksın demesi ise sevmenin gereğidir. çünkü öğretilen şey budur. bir adam bir kadını sevdiğinde kadın her şeyiyle onun olmalıdır. erkeğin sevgisi lütuftur, nimettir. kadın kendini seven bir erkek bulduğu zaman şükretmelidir. hele bir erkek onu sahipleniyorsa artık sırtı yere gelmez kadının. erkeğin statüsü, eğitimi, geldiği yer bir şeyi değiştirmez. hiçbir erkek erk olmaktan vazgeçmez. ve kadın sevgi adı altında şirin gösterilen mal gibi sahiplenilmeyi reddettiği anda kötüdür. erkek ise seven ve mağdur olan olduğu için iyi. işte kadının yaptığı tanımlanmış ve kabul görmüş kötülüktür.

bir kez soru sormaya başlamak demek koca bir insan güruhuyla karşı karşıya kalmak demektir. önce hayran olanlar sonra düşman olurlar. sen düzeni bozansındır. sen onların kendisiyle yüzleşmesine sebep olansındır. sen nefret edilensindir. sen evcilleşmeyi reddeden ve zincirlerinden boşalmış bir hayvansındır. yaşamak ve mutlu olmak onlar içindir. ya tanımlara uyacaksındır ya da oyun dışı kalacaksındır. açık havada tecrid edilecek, adın deliye çıkacaktır. psikologlar seni iyileştirmeye yani ehlileştirmeye çalışacaktır. 21. yüzyıl bireyinin hastalığına tutulduğun teşhisi konulacak ve topluma uyum sağlaman telkin edilecektir.

etrafın birden boşalacak ve kendini bir gece evinde bu satırları yazarken bulacaksındır, yanında iki kedi...

Perşembe, Kasım 29

anlayacağınızı bilsem yazardım elbet. güle güle diyeceğinizi bilsem hoşça kalın derdim elbet. özür borçlu olduklarım var biliyorum işte beni anlayacak birileri varsa onlar da özrü hak edenlerdir ama gelin görün ki dört duvar arasındalar ve buraya yazılanları okuma şansları yok... belki içinizden birileri çıkar da iletir onlara özürlerimi...

vedalar her zaman kötü değildir. kimisi hüzünlüdür ama aynı benimki gibi coşkuludur da.

Hoşça kalın! sadece dostlarıma...

Pazar, Ekim 21

En son seviştiğim adam, beni en son güldüren adam oldu. En son vedalaştığım adam en son seviştiğim adam. Ve ben şimdi gidiyorum, onun haberi yok, iki metre uzağımdaki kardeşimin haberi yok. Sadece gidiyorum, kimsenin haberi yok...

Kahretsin ya da lanet olsun!

Birilerine ya da bir şeylere lanet etmek için geç kalmış olduğumuz zamanlar oluyor bazen. Yüzüne söylemek istiyoruz, lanet olsun sana! demek geliyor içimizden ama tutuyoruz kendimizi, sonra affetmiş sayılıyoruz o lanet olasıcaları. Ve daha sonra çıkıp lanet olsun sana dediğimizde aptal bir bakışla karşılaşıyoruz.

Her şeyin bir zamanı olmalıymış. Benim zamanım yok derken kendimi olmayan bir hikayeye inandırmışım meğer.

Bir de biliyor musunuz, böyle yazıp durdukça aslında rahatlamıyormuşum ben. Yazıp yazıp ne varsa içimde-dışımda attığımı zannediyordum ya, işte o da kandırmacaymış... Koca koca masallar uydurup kendim için böyle olmalı demişim. Oysa öyle değilmiş. Hani ben bir kumardım ya hani biri kazanaırken biri kaybediyordu ya beni bak işte o da öyle değilmiş. Meğer her durumda kaybeden benmişim. Ve yaşamak zannettiğim şey en başından kaybettiğim bir oyunmuş.

Şimdi karar verme vakti...

Gitmekle kalmak arasında değilim artık. Gitmek kesin peki ama nereye. Yo nereye gidersen git kendini de götürdüğün müddetçe her yer aynı değil. Bunu söyleyenler de bizi kandırmış meğer. Ne tuhaf di mi bildiğimiz, düşündüğümüz hiçbir şey bir kandırmacadan fazlası değilmiş.

Yüklerimi atıyorum yavaş yavaş. Mal varlığımdan, etiketlerimden kurtuluyorum ve hafifledikçe rahatlamıyorum. Hafifledikçe ağırlaşıyorum. Çünkü yüklerimle tanımışım kendimi. Oysa şimdi "yeniden başlamak gerek" noktasındayım. Tanıdık bildik hiçbir sesi duymak istemiyorum. Hep o gördüğüm yüzlerden uzaklaşmak istiyorum. Gitmek vakti, gitmek ama nereye. Kaybolmak için gidilebilecek yer kaldı mı daracık yeryüzünde. Bazen nefes almakta zorlanıyorum. İstanbul'un üzerindeki hava geçmiyor ciğerlerimden. Gitmek gerek. Gitmek, ama nereye. Bilmediğim bir deliğe belki. Belki de sonsuz denizlere akıp kaybolmak.

Evet ben gitmek değil, kaybolmak istiyorum. Bulunamamak değil, kaybolmak. Unutulmak, merak edilmemek, peşine düşülmemek. Bunu benim için yapabilir misiniz? Son ve umarsız bir istek bu... Hiç olmamış gibi olmak mümkün değil biliyorum ama ben nasıl yıllardır -miş gibi yaşıyorsam siz de ben sanki  hiç olmamışım gibi yapabilirsiniz. Zor değil. Zor değil biliyorum. Zor olsa kaybolmak zor olurdu. ben kaybolabiliyorsam siz de ben hiç olmamışım gibi yapabilirsiniz. Küçük bir istem bu. Mahkemelere verdiğimiz dilekçelerde talebimiz gibi karar verilmesini istiyoruz ya hani siz de benim talebim gibi karar verebilirsiniz. Biliyorum.

Ve demiştik ya hani, öldüğüm zaman değil, siz beni unuttuğunuzda ben ölmüş olacağım diye... Hadi beni unutun, hadi benden vazgeçin, hadi beni yalandan sevmeyi bırakın.. Hadi gidelim, nolur... Lütfen gidelim. bırakmaktan korktuğumuz ne varsa terk edip gidelim. Daha fazla kalamayacağım, lütfen gidelim...

Canım acıyor benim yaşarken, hem de çok. Hiç fark etmiyorsunuz ya fark etmediğiniz şeyler de var. Hadi vazgeçin gideyim. "Hadi git" demeyeceksiniz biliyorum ama daha fazla kal demeyin. Kalamam, canım acıyor.

Anlamadınız, anlatamadım. Kimsesizim dedim olmadı, ölüyorum dedim saçmalama dediniz, eriyorum ben dedim iyi görünüyorsun ama diyerek kolay olanı seçtiniz. Oysa ben kimseden bir şey istemedim ki. Bir kelime ya da cümle duymak için konuşmadım hiçbir zaman. Çoğu zaman en çok konuşan bendim onu da biliyorum ama söylediklerim susmak istediklerimdi anlamadınız. Hep farklı yerlerde, farklı zamanlarda, farklı zamanlarda olduk. O yüzden siz olduk biz olduk. Bu yüzden ben mahvoldum, kahroldum. Ve kimseye zamanında lanet olsun sana diyemedim. Kahrolası cümlelerini ve ukalalığını al ve defol git diyemedim.

Ve şimdi tam da şu an şu dakika gitmek zamanı. ve ben gidiyorum. Ve bu kez hiç kimseye hoşça kal demiyorum. Çünkü benim gerçekten halim yok. Ne daha fazla kalmaya ne de biraz daha konuşmaya halim var.

Benim hiçbir şey için hiç halim yok....

Ki benim halim hal değil, onu da biliyorum...

Salı, Ekim 2

bak yine gün döndü, sabaha yol alıyor zaman. ve ben yine yalnız olacağımı bildiğim o yatağa gitmemek için uyumamakta ısrar ediyorum; kirli bir koltuk üzerinde kıvrılıp oturmak suretiyle. ve bazen neyi nerde söylemem gerektiğini karıştırıyorum. resmi münasebetlerime gevşek davranıp sana muhterem diyorum. çünkü kılıksızın tekiyim severken ya da isterken. ve bak gördün işte çoğu zaman sevmekle istemeyi de karıştırıyorum. zaten ya kararsız kalırım ya da karıştırırım olması gerekeni. yine de bu benim suçum değil, çünkü yaşamak tecrübe işi değil. ve ne hikmetse bana bir şeyler öğretmeyi başaramadılar, alfabeden ve çarpım tablosundan başka... olur olmaz zamanlarda gülüyorum ya da herkes konuşmamı beklerken ben sadece önüme bakıyorum. çaresizliği tüm çözümlerime rağmen çok şiddetli yaşıyorum ve biliyor musun ben aslında çok yerine pek ve tamam yerine peki demekten hoşlanıyorum. sonra da gelip burda arsız arsız hep ve sadece kendimden bahsediyorum.

Pazar, Eylül 30

Mahvolduğumuzun Resmidir...

Hani o, insan olmayı unuttuğumuz zamanlar var ya işte bizi mahveden o anlar. Israrla inkar edip herkes gibi olduğumuzu ben farklıyım diye çıkıyoruz ya ortaya! Oysa aynıyız, acılarımızla, hırslarımızla, kaygılarımızla.

Ah ne büyük iddialar!

Hepimiz korkuyoruz ölümden, sigarayı sevip her gece biraya sığınıp sonra sağlıklı yaşama derdindeyiz. En güzel en yakışıklı biz olmalıyız, herkes en çok bizi sevmeli. biz var ya biz en ünlü en tanıdık simayız ya da öyle olmalıyız. En güzel kadınlar, en yakışıklı adamlar bizim kolumuzda olmalı; en çok para bizim cebimizde...

Bir yandan ölümlü dünya Sultan Süleyman'a kalmamış bize mi kalacak derken bir yandan da daha fazlasına sahip olmak için kendimizi paralıyoruz. Daha iyi evimiz olsun sonra daha da iyisi, ev yetmez araba da olsun sonra banka hesaplarımızda çok para olsun. O çok yetmeyince daha çoğu olsun. Sonra? Nereye kadar götürebiliriz ki bu hesabı? Bir ömür hep daha fazlası için uğraşırken asıl kaçırdıklarımız ne olacak? Birbirimiz hakkında söylediklerimiz, yalanlarımız ne olacak? Koskoca kandırmaca üzerine kurduğumuz hayatlar ya yıkılırsa günü birinde, elimizde ne kalacak? Doğruluk dürüstlük mü? Ya yaşanmamış hayatları ne yapacağız?


Perşembe, Eylül 13

bugün niye elim ayağıma dolaştı ki benim? o kapıdan çıkanın sen olduğunu algılamam ne kadar sürdü ve aptal aptal bakarken suratına aklımdan ne geçti? hani o neredeyse 7/24 beraber geçen bir ay mı? yaşarken su gibi geçen, hatırlarken gecelerce ve bugün yüzüne bakarken birkaç saniye süren bir ay mı? defalarca beraber çıktığımız yokuş mu? sıcaktan ve terlemekten şikayet ettiğimiz geceler mi?

peki ya karşında otururken konuşamadığımı fark ettin mi? yüzüne bakarken kızardığımı? ellerim de titredi ama  zaten benim ellerim hep titrer, di mi...

seni bir daha göreceğimi düşünmüyordum. ama zaten ben seni görünce bu hale geleceğimi de bilmiyordum.

ama ben ne zaman birlikte gittiğimiz yerlerin önünden geçsem, başımı uzatıp orada mısın diye bakıyordum, hatta oralara gidip seni bekliyordum; senin İstanbul'da bile olmadığını bilmeme rağmen.  yine de seni görünce bu hale geleceğimi bilmiyordum.

beni sevme, beni sevmen sıkıcı olur, dedin diye seni sevmiyorum. ama aslında hiç de sıkıcı değil, bunu da sen bilmiyorsun.

ama zaten ben seni sevmiyorum. çünkü cümlelerimi birbirine "ama"yla bağlıyorum...

git gel, git gel, git gel...

sizin için yapabileceğim hiçbir şey yok. sabahlara kadar uyumamak dışında. çünkü acı çekmeyi bilmiyorsunuz. hatta o kadar mutluluk meraklısısınız ki nerede, ne zaman ve nasıl güleceğinizi bilmediğiniz için stand up diye bir şey icad ettiniz. gittiğiniz her alışverişten eliniz boş dönüyorsunuz. ve tik tak diye geçmiyor zaman. saatin sesi: git-gel, git-gel... dikkatle dinlerseniz fark edeceksiniz; bunu ve daha pek çok şeyi. yine de anlamak istediğinizde anlayacaksınız, çünkü benim daha fazlasını anlatmaya halim yok...

Çarşamba, Ağustos 29

Bütün bu belirsizliğin içinde kaybettiğini düşündüklerinin olması ne enteresan. Neye sahip olduğunu bile bilmiyorsun ki neyi kaybedesin?

On adım ötende ay ışığında parıldayan bir Deniz. Senin adın Deniz.

Koşup sularına atlamak isteği.

Sadece üç gün sürecek bu samimiyet.

"İstesem giderim şimdi, kaybolurum o sularda" özgürlüğü sadece üç günlük. Ve sen oturmuş iyot kokusunda kaybettiğini düşündüğünden gelen o telefonla avunuyorsun. Oysa yanında yanı başında bir deniz. Hani kendinle bir tuttuğun, onun kadar sonsuz olamasan da onun kadar dalgalı olduğun o deniz var.

Şimdi, şu an kalksan atlasan sularına... Ama ya o uzağındaki? O "atla bir taksiye gel" diyen? Hani o atlayıp bir taksiye saate aldırmaksızın, taksiciyi umursamaksızın uykundan vazgeçip yanına gittiğin... O artık on üç liralık bir mesafede değil ki...

Yakın olanı sana uzak olana feda etmek sadece bir insanın yapacağı bir trajedi olsa gerek. Bu gece, yarın bütün gün ve sonraki günler ve geceler onu düşünmeye devam edecek, sularındayken denizin, çıktığında kumlara değil ona sarıldığını hayal edeceksin. O senden, sen ondan korkarken söyleyemediklerini buraya yazacaksın. Ve dönüp seni paramparça eden o Istanbul'a "hadi o da gelsin artık" diye bekleyeceksin. Oysa sen denizi sevdin, seni kimse sevmedi. Bir iyi misin sen sorusuyla kendini kaybedeceksin. Öpüyorum seni ile günlerini avutacaksın. Ve üç gün sonra "ne deniz olabilecek ne de nehir kalabileceksin*."

(*Y. Odabaşı.)



Bir Nehrin Tükenişi

Hasretin kançanağı gözlerinde oturuyorsun; 
seni soruyorum 
hiçbir şey bilmiyorsun… 

Hep bir çağlayan gibi senin sevdana aktım; 
sen ise sularını kaçıran bir nehir gibi uzaktın...

Tükenişi bir aşkın, 
bir nehrin tükenişine benzer. 
Ne deniz olabildin, 
ne nehir kalabildin... 

Kendin ol, kendin ol… 
Sen buysan başkası ol! 

Buysan kederden öleceğim, 
başkası olursan de kimi seveceğim? 

/Ne Diyarbakır anladı beni ne de sen; 
oysa ne çok sevdim ikinizi de bir bilsen.../



Perşembe, Ağustos 23

Suphi. Müvekkilim. O'nun bana "sen dışarıdasın ama burada bizim yaşadığımız gibi yaşıyorsun" dediği günü hiç unutmayacağım. F tipi bir çaresizlik benimkisi. Benim 28 yıldır yapamadığım tanımlamayı O yaptı. İnsanlardan nasıl koptuğumu o böyle tek bir cümle ile anladı ve açıkladı...

Cumartesi, Ağustos 18

biliyorum. ne kadar acı çektiğimi bildiğiniz için bu kadar üzerime geliyorsunuz. ama yine de saklamayacağım ne kadar acı çektiğimi. acı çekmekten utanılır mı? saklanır mı acılar? insan duygularını neden tedavi ettirsin ki?  size göre problemli en iyi ihtimalle üzgün bir insanım ben. bundan neden çekineyim ki, siz gibi olmaktan korkmak varken bir tarafta...

Salı, Ağustos 7

bazen sustuklarımızı konuşmak zorunda kalıyoruz. duysunlar diye değil, bilsinler diye. oysa dinlemeye meyilli olanlar görmekten kaçanlar oluyor ve biz görünmezliğimizi aşmanın peşindeyiz. olsun. susabiliriz ama bir yerlerde olalım yine de. dedi kadın.

Cumartesi, Ağustos 4

ahaaaha öfke kontrolü mü?

dedi.

öfkeni kontrol etmen gerek dediklerinde böyle dedi kadın.

sevişmek için benim bedenim ve benim hayatım üzerinde benden daha çok söz hakkı olduğunu iddia edenlere ihtiyacım var ve ben öfkemi kontrol etmeliyim, öyle mi?

hadi ordan!

sabah yataktan kalkarken bu gece kiminle sevişsem aa pardon kimi siksem diyen bir adama katlanmaktan başka nedir ki sevişmek?

ve ben öfkemi kontrol etmeliyim, öyle mi?

hadi ordan!

anlamaya çalıştığınızı iddia ettiniz ama anlamak diye bir şey yoktur. bir insan bir insanı bilebilir ama anlayamaz.  ben öylece karşında dururum; bakışımla, susuşumla, ara sıra cümlelerimle... ve senin anlamaktan daha fazlasını ama daha basit olanı yapman gerek. beni bilmen gerek. bilmeden konuşmaktan daha fazlasına ihtiyacımız var. sana dair fikrim varsa benden uzak dur. seni bana benzetmek için elimden geleni yapacağım demektir. ya da sana hayranımdır. benden uzak dur. bana dair fikir sahibi olmaya başladığından senden uzak dururum.

bana kadın gibi davranmaya başladığında verdiğim ve vermeye hazır olduğum her şeyi alır giderim.

bazen keşke sussanız diyorum. bir martı seslerine bir de insan sesine dayanamıyorum. o kadar çok konuşuyorsunuz ki sesinize tahammül edemiyorum.

hepiniz farklısınız ya kendinize göre, buna dayanamıyorum. nasıl da benziyorsun herkese, haberin yok ve buna dayanamıyorum.

küstah olmak sanırım en büyük erdemi olmalı insanın. ve küstah olmalı.

Cuma, Ağustos 3

ille de mucizelere ihtiyacımız yok. onlar olmadan da güzel şeyler olabiliyor.

Çarşamba, Temmuz 25

bu gece güzel uyuyun; her türlü otoritenin ortadan kalktığı bir sabaha uyanacakmış gibi... kimliklerinizi, öğretilenleri, zorunluluklarınızı, işi gücü, parayı unutup uyuyun. devleti iktidarı hiç görmemiş, sanki özgür bir dünyaya doğmuş ve hep özgür olmuş gibi özgür bir sabaha uyanın.

bu gece güzel uyuyun güzel insanlar olarak uyanın.

biliyorum biz dostlarımız özgür olduğunda, sürgünler ülkelerine döndüğünde, kim olduğumuzu söylemek suç olmadığında özgür olacağız. ama siz yine de duvarlar, parmaklıklar, sınırlar, yasalar, yasaklar yokmuş gibi uyuyun ve uyandığınızda elinizi kolunuzu bağlayan ne varsa yıkın!
çok sıkıcı ve gereksizsiniz. hatta çok sıkıcı ve gereksiziz.
bir kumardan fazlası değilim, biri kaybederken diğeri kazanıyor beni. o kadar.
susuyorum, konuşturuyorsunuz. uyuyorum uyandırıyorsunuz. isyan ediyorum, bastırıyorsunuz. yapacak başka işiniz yok mu?
her şey yanlışken ben nasıl doğru olabiliyorum. yok eğer ben yanlışsam hala nasıl yaşayabiliyorum?
ve toprak bulamayan kediler, saksılara işiyordu...


ve ahşap gibi davranıyordu plastik masalar...


ve biz hala ve safça insanın doğasında şiddet olmadığına inanıyorduk... Bazen inanmak yetmiyordu bunu ısrarla savunuyorduk..


oysa bilmiyorduk; insanın doğası diye bir şey yoktu...


14.04.2012
önce etrafındakileri inandırıyorsun. sonra kendin inanıyorsun. onlar inandıktan sonra seni de inandırıyorlar zaten, merak etme.
17 lira 2 kuruş. 3 bira, bir paket camel soft. aylık 1500 liralık köle olmaktansa, gecede 17 lira 2 kuruşa mâlolmayı tercih ederim. evet, çalışmayı reddediyorum. siz uyanırken ben uyuyorum. günaydın!
neyi, nerede, ne zaman söylemek gerekir? insanlar nasıl başarır sahte ve tutarlı olmayı?
soru sormayı bıraktığınız gün, yargılamaya başladınız. sormadan cevap vermeye...

oysa ne yaptıysam bir sebebi yoktu. sormanız da gerekmiyordu. yargılamaksa size düşmezdi. gittiğim yerler, koluma taktığım adamlar hatta kadınlar, tenimdeki çizgiler, boyalar -ki siz bunlara dövme diyorsunuz- sizi hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, ama siz özellikle bunlarla ilgileniyordunuz. ideolojiniz size devletle ilgilenmeyi emrediyordu, ama siz özellikle benimle ilgilenmeyi seçtiniz. beni sordunuz, beni konuştunuz. para ve kariyer derdinizden çok beni dert ettiniz kendinize.

hayır, hiç kızmadım size. arada bir saçmalamayın dedim sonuna ünlem koyduğum cümlelerimle ama o kadar.

saçmalamayın!

güzel güzel giyinin, güzel güzel yiyin, çok için, sarhoş olun ama kontrolünüzü kaybetmeyin. cebinizde çok paranız olsun. birileri sırf unvanınız var diye size saygı duysun. gerçekten umurumda değil. kıskanmadım sizi. çünkü aynı unvanlara aynı mevkilere sahibiz. ama anlamadığınız bir şey var ki ben bana o unvanı veren devlete, sisteme çok da bağlı değilim. bir şeyin karşısında duruyorsan onu ciddiye alıyorsun demektir ki ben karşısında değilim, reddediyorum.

herhangi bir yerde herhangi bir şekilde para kazanabilirim. ya da 3-5 yıl önce nasıl burslarla geçiniyorsam şimdi de "bağış"larla geçinebilirim. sizin cesaret gerektiriyor dedikleriniz benim için olağandı. belki fazla olağan. normlara bağlı kalıp, normal olmayı seçtiniz, ben normlarla işim olmaz dedim. 10 yıl önce 70 metre kare evimde hiçbir yazılı ve yazısız kural geçmez derken, çok ciddiydim. anlamadınız. ve benim hayatımda yazılı ve yazısız hiçbir kuralın geçerliliği yok, hele sizin değer dediğiniz ne varsa alaşağı ettim ben.

sizinle yarışamam, onu bırakın, sizinle baş edemem. kusursa bu da benim kusurum olsun, değilse de marifet değil yaptığım (ya da yapmaya çalıştığım), biliyorum.

çok matah değilim. muhtemelen mutsuz olduğum için asıl yanlış olan benim. kurallarına uyduğunuz oyunu oynayamadığım için beceriksiz ve başarısız olan benim.

her zaman üzgünüm. bazen sebebi sen oluyorsun, bazen o. ama her zaman sizden biri mutsuzluğumun sebebi. ama biliyorum, siz doğruysanız ben yanlışım ve hepiniz gerçekten bu kadar doğruysa ben gerçekten yanlışım.

siz -şaka gibi ama değil- kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkarsınız. ben vazgeçmekten korkmam. kaybedecek çok şeyim var, en azından benim kaybedeceklerim sizinkilerden daha değerli. ama işten güçten, paradan puldan, mevkiden kariyerden, çoluk çocuk-aile sevdasından, ev araba amacından kolayca vazgeçebilirim ve vazgeçtim. aşktan sevgiden vazgeçtim.

bilmiyorsunuz. Deniz neden böyle, bilmiyorsunuz ve bilmeyeceksiniz. çünkü sormayı bıraktınız. dedikoduyla tanıştığınız gün sormaktan vazgeçtiniz.

oysa Deniz neden diye sormayı bırakalı çok oldu, o artık sadece nasıl diye soruyor. "böyle düşünürken, düşündüğün gibi yaşamak nasıl olur" diyor, uzun zamandır. ve sabırla, ilk defa aceleciliğini yenip, sabırla bekliyor, düşündüğü gibi yaşamayı becerebilmeyi. olduğun gibi görünebilirsin, göründüğün gibi de olabilirsin. bunlar çok üstün meziyetler değil. ama düşündüğün gibi yaşamak, size rağmen bunu yapabilmek; başarmak olmasa da kim bilir belki de onun tek erdemi.

siz sormayı bıraktığınızdan beri siz oldunuz ve Deniz tek başına bir taraf oldu. artık bir tarafta siz varsınız ve diğer tarafta Deniz.

onun için başarmak buydu; çok da umurunda olmamasına rağmen ve sanırım başardı. ve sanırım siz asıl bundan rahatsız oldunuz.

sizin adınıza üzgünüm demek isterdim ama hiç üzgün değilim. yine de ben mutlu bir insan değilim. acı çekerek erkenden öleceğim. arkamdan ne dediğiniz çok da önemli olmayacak ama siz bunu da bilmeyeceksiniz ve durmadan konuşacaksınız. ta ki beni ve ölümümü unutana kadar konuşacaksınız. bense ancak siz ben unuttuğunuzda ölmüş olacağım.

işte bu da benim çaresizliğim olsun. ölümüm hadi yok oluşum diyelim, felsefi olsun ;) bana değil, sizin beni unutmanıza bağlı.

ama son bir gayretle yaşarken unutturacağım kendimi ve siz öldüğümü bile fark etmeyeceksiniz.

kötü bir haberim var size;

size kendimi unutturacağım. size göre hiç olmamış olacağım ve bu beni mutlu edecek tek şey olacak.

haydi! günaydın!

Cuma, Temmuz 20

eğer sen, seni sevmeme izin verseydin...

bir kadına verilecek en büyük ceza, onun sevmesine izin vermemek sanırım.

eğer sen, seni sevmeme izin verseydin...

hayır, "seni çok mutlu ederdim" diyecek kadar salak değilim.


seni sevmeme izin verseydin;

şu an uyuyor olurdum; senin yanında değil belki, hatta belki huzurlu da olmazdım. ağlayarak sızardım belki kim bilir. ama neden ağladığımı bilirdim. ve sadece ağlamak olurdu; öfke ve isyan değil. neden izin vermiyorsun diye sayıklamak da olmazdı.


seni sevmeme izin verseydin;

sevmeyi bilirdim. sevmek nedir dediklerinde ya da insanlar aşktan konuştuklarında, aptal aptal suratlarına bakmazdım. aşkı tarif eder gibi, kimseye belli etmeden, seni tarif ederdim.


seni sevmeme izin verseydin;

ya da herhangi biri, onu sevmeme izin verseydi, bu kadar kızgın olmazdım yaşama ve yaşamın içindeki her şeye. kendim dışındaki herkese siz deyip, bu kadar dışınızda görmezdim kendimi.


seni sevmeme izin verseydin;
ve bir kadının sevmesine izin verseydiniz; (bakın yine siz-biz olduk)

erkeklere bu kadar nasihat etmezdim. "bir kadını seviyorsanız, ondan vazgeçmeyin" demezdim.


seni sevmeme izin verseydin;

sevmesine izin verilmeyen bir kadının nasıl da bir köşede kaldığını en iyi ben bilmezdim.


seni sevmeme izin verseydin;

sevmek nimet olmazdı benim için ve hayatımdaki bütün erkeklerden dayak yemezdim.


seni sevmeme izin verseydin;

"tutunacak dalım olma, olursan kırılır elimde kalırsın" dediklerime tutunmaya çalışmazdım.


seni sevmeme izin verseydin;

vazgeçilemeyen ama tercih de edilmeyen olmazdım. kolayca vazgeçilebilirdi belki benden ama yine tercih edilen olurdum.


benim sevmeme izin verseydiniz;

ben dünyanın en mutlu kadını olmazdım. ama bu kadar da düşünmezdim.


seni sevmeme izin verseydin;

bu kadar güzel bir kadın olmazdım. senin için bu şehirde geriye kalan tek şey de ben olmazdım.


seni sevmeme izin verseydin;

sıradan ve biraz da mutlu olurdum.


sen yine de seni sevmeme izin verme...

Salı, Temmuz 10

üzerimde tepinen "bir şey"den fazlası olmanı istediğim için haksızdım. bu kez izin ver dediğim için de. tam bir şeyler hissetmeye başlamışken durdurma beni n'olur derken haklıydım. doğru cümleyi yanlış insana kurmaktı hatam. bacaklarımın arasından içime giren ne kadar sana aitse o kadar sahiplendim ben onu. ona verdiğim isim 'git-gel'den farklıydı. ben söyledim, sen anlamadın. sen gidip geldikçe ben kanadım. koca bir günü seni düşünerek hastanede geçirdim. senin gidip geldiğin yerde kocaman bir tümörün varlığından habersizdik. ben bunu bugün öğrendim. doktorun "evli misin" sorusuna hayır ama sevişiyorum dedim. oysa sevişmek benim içindi, sen gidip geliyordun. öğrenci misin dedi doktor. evli olmadan sevişebilmemi kabul edilebilir kılmak için. hayır dedim, avukat. üzerinde tepinen 'bir şey'e katlanabilen bir avukat. içindeki solidin kasıklarında yarattığı acıdan daha fazlasına sebep olmana razı bir avukat.
susuyorum, konuşturuyorsunuz. uyuyorum uyandırıyorsunuz. isyan ediyorum, bastırıyorsunuz. yapacak başka işiniz yok mu?
bu kez yapmayacağım. birinize kızıp hepinize isyan etmeyeceğim. ama biriniz bana açıklasın, nasıl bu kadar kırıcı ve yıkıcı olabildiğinizi. ya da biriniz bana sen de bizi kırdın, eğdin büktün, yıktın desin. belki o zaman insan olmanın 'bu' demek olduğunu anlayabilirim. ben de sizin gibiysem insana dair her şeyi siler atarım. emin olun daha kolay olur. üç beş satırın, dört beş sayfanın peşine düşmem belki o zaman. yine de hiç yoktan iyisiniz. tam "acaba?" dediğim anda biriniz gelip, "unutma biz kötüyüz, yok ediciyiz" diyiveriyor. haklıydım ve haklıyım, öfkeyi diri tutmak gerekiyor.

Pazar, Temmuz 8

yazmazsam ağlayacağım dedi. ağla öyleyse, ne sakıncası var? ağlayamam, ağlamak acıya mahsus, ama ben acı çekmiyorum. benimkisi bilmezlik. yaz o zaman. yaz ama yazınca da bilemeyeceksin, biliyorsun di mi?

Salı, Temmuz 3

bir kadın ancak kendi tarihini okursa öğrenir kadın olmayı.
yeniden bu kadar çok okuyor ve yazıyorsam bu, hayra alamet değil. sebebini biliyorum ama söylemek istemiyorum. anlıyorsanız sadece susun. konuşmak eskitir ve değersizleştirir. o -o ki burada işaret değil, kişi zamiridir- bana kalsın. bir kadının içinde hissettiği her zaman size ait bir şey olmayabilir. işte o zaman gerçekten susmak gerekir. susun, O'nu dinlemek istiyorum. içimdeki hareketlerini dinliyorum, susun.
bir kumardan fazlası değilim, biri kaybederken diğeri kazanıyor beni. o kadar.

sizin hiç..?

sizin hiç arkadaşınız tutuklandı mı?
peki, sizin hiç arkadaşlarınız tutuklandı mı?
bir gece bir şiir okursun. biri "aç!" der sayfaları, "tanımadıklarınla tanıştıracağım seni." ve bir gece bir şiir okursun. içinden okuduğun şiirler gibidir ama bu kez daha güzel. ağlatan şarkılar dinlersin bi yandan. açarsın bi kitabın sayfalarını ve okumaya başlarsın. sesinden akan hüzün sana ait değildir ama senin olandan daha derindir.

bir gece bir şiir okursun, yeni bir adamla tanışırsın. şiir yazan bir adamla, şiirler yazmış bir adamla. hayat dersin yaşanmaya değmese de okunmaya değer.

bir sabah bir adamla tanışırsın, o sabahın gecesinde sana şiirler okutan bir adamla. ve bir'den fazla adam tanırsın onunla. hayat dersin yaşanmaya değilse de tanımaya değer.

bir gece kucağında uyuyan bir kediyle otururken odanda ben dersin, belki bir daha hiç aşık olamayacağım. ama hayat aşık olmaya değmese de hissetmeye değer.

Pazartesi, Haziran 25

vaktinde uyumaktır mutluluk. günaydın.

ben bu gece hiç uyumadım. günaydın.

ben dün gece de uyumadım. günaydın.

sanırım ben yarın gece de uyumayacağım. günaydın.

gece gündüz fark etmiyor. günaydın.

eskiden gündüzleri yorulur geceleri uyurdum, şimdi gündüzleri uyuyorum yorulmayı beklemeden. günaydın.

yapmam gereken işler yok, düşünülecek her şeyi düşündüm.

uzun zamandır üzülmüyorum ki ben sebepsiz üzülürdüm.

eskiden sana yazardım, şimdi kimseyi okumuyorum.

küçükken neden diye sorardım, şimdi nasıl diye soruyorum. nasılsın?

uyuyor musun? ben bu gece hiç uyumadım. günaydın.

Cuma, Mayıs 11

en çok aynaya baktığımda gördüğüm kız çocuğu için üzülüyorum. varsın bu da benim bencilliğim olsun...

Pazar, Ocak 22

MAHKEME KİMİN DERİN DEVLETİNİ KORUDU?

17 Ocak 2012. Bu tarih en az 19 Ocak 2007 tarihi kadar önemli bir tarih artık. AKP ilk kez iktidara geldiğinde yıl 2002 idi. Bu tarihten 5 yıl sonra Hrant Dink faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Faili meçhul diyorum çünkü 4 gün önce sona eren yargılamada cezalandırılanların tetikçi olmaktan öteye gitmeyenler olduklarını gördük. Hala cinayeti kimin işlediği bilinmiyor. Aslında hepimizin bir fikri var. Belki de fikir sahibi olmaktan öteye hepimizin bildiği gerçekler var. TİB tarafından verilmeyen telefon dinleme kayıtları, Hrant’ın öldürülmesinden önceki süreçte emniyet, MİT, valilik ve devletin diğer resmi kurumları arasında yaşananlar… Bunlar nasıl olduysa! ortaya döküldü saçıldı. Dolayısıyla bugün cinayette parmağı olanlar, hatta belki cinayetin faili olanlar vali, milletvekili vs gibi statülerde korunuyor. İşin garibi, hepimiz bu isimleri ve bugünkü pozisyonlarını da biliyoruz. Yani “eskiden” olduğu gibi derin devletin işi bu deyip geçilebilecek durumda ve köşeye sıkışmış bir noktada değiliz.  Ama yakın tarihteki Susurluk davası gibi bu dava da neticesiz kaldı, üstelik her şey apaçık ortada olmasına rağmen.
AKP 2002 den beri iktidarda ve son iki dönemdir de –kabaca tanımlarsak - hükümet olmaktan öte devletle eş değer konumda. Bir süre sonra da operasyonlar silsilesi ile kendince temizlik yaptığı iddiasında. Ergenekon da bu temizlik operasyonlarının bir parçası. Hatta başladığı nokta.
2007 tarihinden beri süre gelen bir Ergenekon operasyonları silsilesi neticesinde muvazzaf ve emekli askerler, milletvekilleri, gazeteciler, yazarlar tutuklanıp Silivri’ye gönderildiler. Ergenekon operasyonları başladığında pek çok insan “darbeciler yakalanıyor, sivilleşiyoruz, demokratikleşiyoruz” diye sevinip AKP’yi alkışladı. Peki, eğer Hrant’ın katili Ergenekon denilen derin devletse, bu dava neden bu şekilde sonuçlandı? Neden cinayeti organize edenler, başta Hrant olmak üzere muhaliflerin gözlerine soka soka sizi yok edeceğiz diyenler hala oldukları yerdeler? Hatta o gün bulundukları pozisyondan daha iyi bir pozisyona “terfi ettirildiler”? AKP Ergenekonla baş edemedi mi? Eğer Hrant’ın katili Ergenekon değilse AKP iktidara geldiği 2002 tarihinden Hrant’ın öldürüldüğü 2007 tarihine kadar geçen 5 yıllık sürede kendi derin devletini yarattı da bu dava ile onu mu korudu?
Ayrıca dikkat edilmesi gereken başka bir nokta daha var. Özel yetkili ağır ceza mahkeme başkanının basına açıklama vermesi. Gazetelere mülakat veriyor, canlı yayınlara bağlanıp dava ile ilgili hatta verdiği kararla ilgili konuşuyor. Üstelik kararından pek de memnun olmadığını ima etmekten öteye gidiyor. Bu da yetmiyor, mahkeme savcısı davayı temyiz edeceği anlamına gelen ve normalde iki satır olması gereken “süre tutum” dilekçesini adeta bir makale edasıyla yazıp, basına deklare ediyor. Mahkeme başkanı ile mahkeme savcısı adeta kavgaya tutuşuyor ve bunu basın aracılığı ile kamuoyu önünde yapıyor. Sizce bunu Erdoğan’ın onayı olmadan yapabilirler mi? Devlet onlara çıkın dilediğiniz gibi konuşun demese bu cesareti gösterebilirler mi? Bu dava devletten bağımsız mı yürüdü sizce?
Bana kalırsa adı artık AKP olan devlet Ergenekon kırıntıları üzerine inşa ettiği yeni derin devletini korudu bu dava ile. Ve hepimize verdiği mesaj şu oldu; “ben her ne kadar aksini iddia etsem de 80 yıldır süren geleneğe uyacağım ve bir yerlerde bir derin devlet olacak.” Evet bu şaşırtıcı değil. Özellikle bahsettiğimiz, paranoyalar ve statüko üzerine kurulu TC Devlet’i ise hükümetteki hangi ideoloji olursa olsun, derin devletsiz yürümez bu ülkede bu işler. Hrant davası ile ortaya çıkan ve asıl şaşırtıcı olan bu kadar deşifre edilmesine, Başbuğ ve Tolon’un tutuklanmasıyla bir kez daha gördüğümüz üzere, sert ve hız kesmeyen tasfiyeye rağmen AKP’nin “ben var olanı çekirdek kadrosuyla muhafaza edeceğim. Onun üzerine kendi Yeşil Ergenekonum’u inşa edeceğim.” anlamına gelen tutumudur. Ya da belki bu karar şaşırtıcı olmamasına rağmen, zira pek çoğumuz bunun böyle gelişeceğini biliyorduk, Ergenekon operasyonları ile derin devletin ve askeri vesayetin sona erdiği/ereceği umudunu taşıyanları hayal kırıklığına uğratmıştır.
Binlerin sokağa çıkmasını biraz da bu şaşkınlığa bağlıyorum. Sokağa çıkmak elbette gerekli. Ama zaten cinayeti işleyenler ifşa ettiler failleri ve yine kendileri akladılar aynı kişileri. Dolayısıyla her şey bu kadar açığa çıkmasına rağmen böylesine bir karar veriliyorsa, bunun altında başka mesajlar aramak gerekmez mi?
Mahkemenin kararı tartışılması gereken bir karar. Zira “Örgüt yok” demek basit bir şey değil. Sınıf arkadaşı, ev arkadaşı hatta akrabası ile olan ilişkisi örgütsel ilişki olarak tanımlanıp tutuklanan binlerce insan var. Mesela Hopa topyekûn eşkıya ilan edildi. Mevzu bahis davada ise alenen örgüt olmasına rağmen, örgüt yok denildi. Peki, olmayan örgüt hangi örgüt?
Örgüt bulunamadı denmesinin anlamı en basit haliyle yargılananlardan af dilemektir. Çünkü tutukluluk süreleri ve infaz hukuku açısından örgüt yokluğu demek cezaların ertelenmesi, infaz sürelerinin kısaltılması demek olacaktır ve yine o insanların bir an önce sokağa salınması da gerekmektedir. Değil mi ki tepedekiler mükâfatlandırıldı, öyleyse tetikçilere de argo tabirle “kıyak çekmek” gerekir.
Bize kalan ise mahkeme başkanı ile mahkeme savcısının ulu orta tutuştukları kavgayı anlamlandırmaya çalışmaktır. Sokağa çıkan binlerce insanı oyalamak için iyi bir yöntem. Belki de Hrant’ın katledilmesinden 5 yıl sonra bu kez kurban edilen Hrant değil de mahkeme başkanı ile mahkeme savcısı oldu ya da olacak. Aklananlar ise malum!

Perşembe, Ocak 12

Kandıra Günlüğü-11.01.2012

Bir f tip hikâyesi anlatacağım size. Aslında bir’den fazla hikâye anlatacağım. Hasta bir tutsağın tedavi edilmeyişi değil bu hikâye. F tipine “kabul” esnasında yaşanan çırılçıplak soyup arama rezaletinden de bahsetmeyeceğim burada. F tiplerinde bunlara benzer sıkıntılar çokça yaşanıyor, bu konular çokça yazılıyor zaten. Sakın bu ifadelerimden bu konuları küçümsediğim, basite aldığım anlaşılmasın. Ben bu yazımda daha küçük, belki daha önemsiz, kişisel ve ayrıntı olarak kabul edilebilecek ama beni hüzünlendiren hikâyelerden bahsedeceğim.

Bir süredir sık sık gider oldum cezaevlerine, özellikle f tipi cezaevleri beni daha çok sarsıyor. Oradan utanarak çıkıyorum her defasında. Onları arkamda bırakmanın utancını yaşıyorum, oysa orayı onlara layık görenlerin utanması gerekir, biliyorum. Benim dostlarımı, sevdiklerimi, müvekkilim de olsa her şeyden önce arkadaşım olanları oraya layık görenler kendileri nereye layık, biliyorsunuz.

Bugün Kandıra 1 ve 2 No’lu F Tipi Cezaevindeki müvekkillerimi, aslında dostlarımı ziyaret ettim. Şimdi biraz onların anlattıklarını paylaşayım sizlerle.

Malum, cezaevlerinde binlerce tutsak var ve benim bir günde yaklaşık 20 dostumu görmem gerekiyor. Zamanımız kısıtlı. Sabah 6’da başlayan şehirlerarası yolculuğumuz 4 saat sürüyor ve gece 10 gibi dönüyoruz evlerimize. Hal böyle olunca kısacık zamanlara sıkıştırıyoruz sohbetlerimizi.  İşte bu yüzden müvekkillerimin birinden özür diledim, daha fazla kalıp, uzun uzun sohbet edemediğim için. Aldığım cevap şu oldu; “O odadan çıkıp, bu koridoru yürümek bile bana yeter, geldiğin için sağ ol…” günlerdir “oda”sını paylaştığı 3 arkadaşından başka kimseyi görmemişti. Yasal düzenleme aksi yönde olmasına rağmen haftalık sohbetlere çıkma hakkından cezaevine kabullerinden itibaren 30 günü doldurduktan sonra faydalanabiliyorlar. 30 gün tecritteler yani. Şimdi haklı olarak soracaksınız, f tipi başlı başına tecrit değil mi diye. Haklısınız, gelin görün ki tecritin tecritini yaşatıyorlar tutsaklara. Haftalık 10 saat olan sohbet haklarını haftada 2,5 saat olarak kullandırıyorlar ve toplamda 1 ay içinde 7,5 saat görüşme yapabiliyorlar diğer tutsaklarla. Bu süreler de üst araması gibi çeşitli bahanelerle kısaltılmaya çalışılıyor. İşte durum böyle olunca, hücrenin kapısının açılması bile mucize oluyor onlar için ve kendilerinin de ifade ettiği gibi, koridora çıkmak, gökyüzüne bakmakla eşdeğer oluveriyor.

Bir diğer arkadaşım görüşmemizin sonunda vedalaşırken, “Benim için gözünün görebildiği en uzak noktaya bak dışarı çıktığında” dedi. Bizim burada görebildiklerimiz birkaç metre sonra bir duvarla sınırlı dedi. Uzaklara bakmayı istemek/özlemek hiçbirimizin aklına gelmiyor değil mi?!

Yine bugün görüştüğüm arkadaşlarımdan üçü aynı odayı paylaşıyorlarmış, tesadüf bu ya! Odanın kapısının bir günde 3 defa açılmasına ne kadar sevinmişlerdi, anlatmak ve anlamak imkânsız. Sanırım en kötüsü de bu, ne kadar konuşursak konuşalım f tipleri üzerine, ne kadar yazarsak yazalım, onları ve orayı anlatamayacağız ve anlayamayacağız. Akşam olup o yolları kat edip evimize geldiğimizde içimize oturan bir keder ve boğazımızdan geçmeyen lokmalar olacak elimizde kalan.

Diyelim ki benim dostlarım duygusallar, ama 15 gün içinde 2 şiir yazmış içlerinden biri. Duygularına kurban olduğum dostum… Duvarlar arasından sözler gönderecek bize yakın zamanda.

Peki ya aynı odayı paylaşan iki arkadaşın birbirleriyle geçirdikleri zamanı hesaplamayı denediniz mi hiç? Bugün bir müvekkilim, dostum, hesapladı benim için. 3 yıldır aynı odayı paylaşan iki tutsağın birlikte geçirdiği zaman, 30 yıldır evli olan bir çiftin birlikte geçirdiği zamana eşit. Saatleri günleri hesaplamadım, çarpıp bölmedim. O diyorsa doğrudur dedim. Neden mi? Çünkü dedi ki biz bir bakışımızla ne demek istediğimizi anlar hale geldik… Bunun nesi mi kötü? Kendisi açıkladı yine; f tipi böyle bir şeydir işte dedi. Kendinden bir tane daha yaratıyor aynı oda içerisinde. Sesler, bakışlar, davranışlar tanıdık, bildik, hatta aynı. 3 değil 5 de olsa aynı odayı paylaşanların sayısı, zaman ve mekân o kadar etkiliyor ki, aynı insan profili yaratılıyor oralarda. Çok değil bir iki ay sonra konuşacak konu bulmak güçleşiyor, kulaklar seslere yabancılaşıyor, hayat 8 metrekareden ibaret oluyor.

F tipi cezaevlerinin 5 yıldızlı otel olduğunu iddia edenlere gidip o odalarda bir hafta kalmalarını tavsiye ederim. Ben görüşme yaptığım kabinlere, eninde sonunda, hava karardığında çıkacağımı bildiğim halde katlanamıyorum, ama bunu dile getirmeye utanıyorum. Onlar oralarda aylar, yıllar geçiriyorlar ve içlerinden bazıları bir ömrü orada yaşamak zorunda. Yine de biz dışarda ömür tüketirken, onlar içerde yaşamı yeşertiyorlar. Her gittiğimde büyütülmek üzere filizler alıyorum onlardan ve her birini penceremin kenarına koyuyorum, “uzaklara bakıp” sulamak için. Onların yerine umutları gökyüzünü içlerine çeksin diye. Yazılan şiirleri, parlayan gözleri, Emirgan’da birlikte çay içmek için verilen sözleri en kıymetli hazinem gibi saklıyorum. Daracık odalarda ektiğiniz filizleri yüreğimde büyütüyorum. Arkamı dönüp çıkmıyorum, bedenimi dışarı taşırken, ruhumu ses olsun, ışık olsun diye sizlere bırakıyorum.

Sizleri Emirgan’da çay içmeye bekliyorum.


DENİZ